30 Eylül 2010 Perşembe

Göl olmaya çalış...

Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli herşeyden şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Hayatındaki herşeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı. "Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle"acı" diye cevap verdi. Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken ayni soruyu sordu: "-Tadı nasıl?" "Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak."Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam, "hayır" diye cevapladı çırağı. Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve söyle dedi: "Yasamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır,ne de çok. Istırabın miktarı hep aynidir. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey, ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir.
Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış."

28 Eylül 2010 Salı

KURŞUN KALEM....

foto:cayna
Çocuk, büyükbabasının mektup yazışını izliyordu. Birden sordu : - Bizim başımızdan geçen bir olayı mı yazıyorsun ? Benimle ilgili bir hikâye olma ihtimali var mı ? Büyükbaba yazmayı kesti, gülümsedi ve torununa şöyle dedi :- Doğru, senin hakkında yazıyorum. Ama kullandığım kurşun kalem yazdığım kelimelerden çok daha önemli. Umarım büyüdüğünde bu kalemi sen de seversin. Çocuk kaleme merakla baktı ama özel bir şey göremedi. - İyi ama bu kalem benim hayatımda gördüğüm diğer kalemlerden hiç farklı değil ki ! - Bu tamamen nesnelere nasıl baktığınla ilgili. Bu kalemin beş önemli özelliği var ve sen de bu özellikleri kendinde benimseyebilirsen hep dünyayla barışık bir insan olursun.

Birinci özellik : Harika şeyler yapabilirsin ama attığın adımları yönlendiren bir el olduğunu asla unutma. Bizim için bu el Tanrı'dır ve her zaman kendi kudretiyle bizi o yönlendirir.
İkinci özellik: Zaman zaman her ne yazıyorsam durmam ve kalemimin ucunu açmam gerekir. Bu kaleme biraz acı çektirse de sonuçta daha sivri olmasını sağlar. Bu yüzden bazı acılara göğüs germeyi öğrenmelisin, bu acılar seni daha iyi bir insan yapar.
Üçüncü özellik : Kurşun kalem, yanlış bir şey yazdığında bunu bir silgiyle silmene her zaman olanak tanır. Yaptığımız bir şeyi sonradan düzeltmenin kötü bir şey olmadığını anlamalısın, aksine bu bizi adalet yolunda tutmaya yarayan en önemli şeylerden biridir.
Dördüncü özellik: Kurşun kalemin en önemli kısmı, kalemin yapıldığı ahşabı ya da dışarı yansıyan şekli değil, içerisinde yer alan kurşunudur. O yüzden her zaman kendi içine bakmalı, en çok onu korumalısın.
Beşinci ve son özelliği ise her zaman bir iz bırakmasıdır. Aynı şekilde sen de hayatta yaptığın her şeyin bir iz bırakacağını bilmeli ve her hareketinin farkında olmalısın.

27 Eylül 2010 Pazartesi

BARDAK....

PROFESÖR ÖĞRENCİLERİNE 'STRES YÖNETİMİ KONUSUNDA DERS VERİYORDU.SU DOLU BİR BARDAĞI KALDIRIP ÖĞRENCİLERİNE SORDU.SİZCE BU SU DOLU BARDAĞIN AĞIRLIĞI NE KADARDIR?CEVAPLAR 200 GR VE 400 GR ARASINDA DEĞİŞMEKTİ.BUNUN ÜZERİNE PROFESÖR ŞÖYLE DEDİ;GERÇEK AĞIRLIK FARK ETMEZ.FAKAT DURUM,BARDAĞI ELİNİZDE NE KADAR SÜREYLE TUTTUĞUNUZA GÖRE DEĞİŞİR.EĞER BİR DAKİKALIĞINA TUTARSAM PROBLEM YOK.BİR SAATLİĞİNE TUTARSAM SAĞ KOLUMDA BİR AĞRI OLUŞACAKTIR.EĞER BİR GÜN BOYUNCA TUTARSAM AMBULANS ÇAĞIRMAK ZORUNDA KALIRSINIZ.ASLINDA AĞIRLIK AYNIDIR.AMA NE KADAR UZUN TUTARSANIZ SİZE O KADAR AĞIR GELİR.EĞER SIKINTILARIMIZI HER ZAMAN TAŞIRSAK ER YA DA GEÇ TAŞIYAMAZ DURUMA GELİRİZ.YÜKLER GİTTİKÇE ARTARAK DAHA AĞIR GELMEYE BAŞLAR.YAPMAMIZ GEREKEN BARDAĞI YERE BIRAKIP BİR SÜRE DİNLENMEK VE DAHA SONRA TUTUP TEKRAR KALDIRMAKTIR.YÜKÜMÜZÜ ARA SIRA BIRAKMALI,DİNLENİP TAZELENDİKTEN SONRA TEKRAR YOLUMUZA DEVAM ETMELİYİZ.

26 Eylül 2010 Pazar

İLGİNÇ TEZ

ABD"de Massachusetts Institute of Technology" de okuyan bir ögrencinin tanık olduğu bu öykü, bir tez çalışmasının nelere yol açacağını göstermesi açısından ilginç bir örnek oluşturuyor:

Bir lisansüstü öğrencisi bir yaz mevsimi süresince her gün üzerine siyah-beyaz çizgili bir tişört giyerek Harvard futbol sahasına gider. 15 dakika boyunca sahayı bir bastan diğer uca yürüyerek yerlere kus yemi serper. Bu arada cebinden bir hakem düdüğü çıkartıp öttürür. yağmur, çamur demeden her gün ayni saatte ayni hareketleri törensel bir ciddiyetle yapar.
Derken sonbahar gelir, futbol mevsimi baslar.
Harvard futbol takımının ilk maçı oynanacaktır.
Siyah-beyaz tişörtlü hakem başlama düdüğünü çalar ve o anda olanlar olur. Yüzlerce kus sahaya hücum eder ve doğal olarak maç ertelenir.
Bu arada öğrenci tezini vermiş ve mezun olmuştur.

24 Eylül 2010 Cuma

GÖRMEK İÇİN GÖZ ŞART DEĞİL

Adamın biri, ilk defa gittiği bir kasabada şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa:- Buraların yabancısıyım, demiş. Parkın hemen yani basındaki fırını arıyorum. Çok yakın olduğunu söylediler.Çocuk arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:- Ben de buraya ilk defa geliyorum, demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde. Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez. Çocuk:- Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş. Kus cıvıltıları da oradan geliyor zaten.- İyi ama, demiş adam. Bunların parktan değil de bir tek ağaçtan gelmediği ne malum?- Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsınız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu da duyarsınız.Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kağıt para çıkartıp teşekkür ederken fark etmiş onun kör olduğunu.Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini fark ettiğini.Işığa hasret gözlerini ondan saklamayı çalışırken:- Üç yıl önce kaza geçirmiştim, demiş. Görmeyi o kadar çok özledim ki... Sizinkiler sağlam, öyle değil mi?Adam çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına doğru yönelirken:- Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, benden daha iyi gördüğün...

23 Eylül 2010 Perşembe

....

PARANIN DEĞERİ


Cimri, tüm mal varlığından emin olmak için herşeyini satar ve altına çevirir.Altınlarını yer altına gömüp ara sıra ziyaret ederek inceler. Bu hareketi işçilerinden birinin dikkatini çeker ve orada bir hazine olduğundan kuşkulanır.Efendisinin sırtı dönükken o noktaya gider ve altını çalar. Cimri dönünce altının yerinde yeller estiğini görür, ağlayarak saçını başını yolar. Onu böyle perişan gören komşusu nedenini öğrenince şöyle der:"Kendini üzme artık, bir tas alıp aynı çukura koy ve o taşın altınların olduğunu düşün. Çünkü kullanmayı hiç düşünmediğine göre tas da aynı işi görecektir."Paranın değeri sahip olmakta değil, kullanmaktadır.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Sevgi

Küçük kız annesiyle, yürürken birden durdu. Yağmur damlacıklarıyla ıslanan gözlüğünü çıkararak baktığı şey, babasıyla birlikte bisiklette giden bir başka kız çocuğuydu. Bisikletin arka tarafındaki minder üzerinde oturan kız, düşmemek için babasına sıkı sıkı sarılmış ve soğuktan pembeleşen yanaklarını onun sırtına dayamıştı. Adamın ara sıra yanına dönerek söylediği sözler küçük çocuğu kıkır kıkır güldürüyordu.
Kaldırımdaki kız bisikletin arkasından bakarken, annesi durumu farkedip:
-“Evdekiler yetmiyormuş gibi gözün hala bisikletlerde” diye, çıkıştı.”Ama eğer beğendiysen, baban ondan da alır “ dedi
Küçük kız yumuşak bir sesle:
-“Bisiklete değil kıza bakmıştım” dedi.”Babası o vaziyette bile kendisiyle sohbet ediyor da....”
Annesi küçük kızı hiç duymuyormuş gibiydi. Onun kürklerle çevrili şapkasını düzeltirken:
-“Arkadaşların bu havada bile okula yürüyerek geliyor” dedi.”hâlbuki baban, işe giderken de olsa birkaç dakikasını ayırıp seni mersedesiyle getiriyor.”
Kızın gözü yine bisikletteydi. Kadın alaycı bir ifadeyle:
-“İstersen baban da seni bisikletle getirsin,”diye devam etti.”Ne de güzel yakışır, öyle değil mi?”
Küçük kız inci taneleri gibi süzülen gözyaşlarını annesinden saklamaya çalışarak:
-“Çok isterdim” diye cevap verdi.”Belki de böylelikle babama sarılırdım.”

21 Eylül 2010 Salı

Ağaçtaki Balon

Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi takip ederken, şaşkınlığını gizleyemiyordu. Onu hayrete düşüren şey, "Bizim eve bile sığmaz" dediği o güzelim balonların adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi. Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın kendisine baktığını fark ederek ona doğru yaklaştı ve bütün cesaretini toplayarak: -Baloncu amca, dedi. Biliyor musun benim hiç balonum olmadı. Adam çocuğu söyle bir süzdükten sonra: -Paran var mı? diye sordu. sen onu söyle. -Bayramda vardı, diye atıldı çocuk, önümüzdeki bayram yine olacak. -Öyleyse bayramda gel, dedi adam. Acelem yok, ben beklerim. Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan ayırmadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali kalmamıştı. Bir kaç adım attıktan sonra elinde olmadan tekrar onlara baktığında, gördüklerine inanamadı. Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı. Çocuk, olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken, baloncu ona doğru dönerek: -Küçük, diye seslendi. Balonları ağaçtan kurtarırsan birini sana veririm. Yapılan teklif, yavrucağın aklını başından almıştı. Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı. Hedefine adım adım yaklaşırken duyduğu heyecan, bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara ulaştığında bir müddet onları seyretti ve dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı. Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı. Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa, dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu. İster istemez balonu yerinde bırakıp aşağıya indi ve adama dönerek: -Birini bana verecektiniz, dedi. Hangisi o? Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra: -Seninki ağaçta kaldı evlat, dedi. İstersen çık al. Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı. Kaldırım kenarına oturup baloncunun uzaklaşmasını bekledikten sonra, dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak: "Olsun", diye mırıldandı. "Olsun." Ağacın üzerinde kalsa da, bir balonum var ya artık..

20 Eylül 2010 Pazartesi

Kişilik

Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünümlü hoca kapıda beliriyor. Sınıfa bir bakış atıp kürsüye geçiyor.
Tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor.
"Bakın" diyor.
"Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey..."
Sonra (1)'in yanına bir (0) koyuyor:
"Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1)'i (10) yapar".
Bir (0) daha... "Bu, tecrübedir. (10) iken (100) olursunuz".
Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor:
Yetenek... disiplin... sevgi...
Eklenen her yeni (0)' ın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca...
Sonra eline silgiyi alıp en baştaki (1)'i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor. Ve Hoca yorumu patlatıyor:
"Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir".

Sınıf, mesajı alıp sessizliğe gömülür...

17 Eylül 2010 Cuma

Cırcır böceği

Genç bir çiftçi hayatında ilk defa New York’a gitmişti. Gökdelenlerin yüksekliği ve insanların çokluğundan şaşkına dönmüştü. Kalabalık bir bulvarda yürürken, kulağına aşina bir cırcır böceği sesi geldiğini zannetti. Durdu ve dikkatle dinledi. “Evet, bu bir cırcır böceğiydi.”
Ses büyük bir mağazanın önündeki çalıların arasından geliyor gibiydi. Bunun üzerine bu büyük çalı kümesine yönelip bakınmaya başladı. Bir mağaza görevlisi dışarı çıkıp “Yardımcı olabilir miyim?” diye sordu. “Hayır, teşekkür ederim” dedi genç adam. “Sadece şurada bir cırcır böceğinin sesini duyduğumu sandım.” “Hayır” dedi görevli, “New York’ta bulunmaz.” “Genç çiftçi cırcır böceğini buluncaya kadar cırlak sesi takip etti, onu buldu ve eline aldı. “Tamam işte burada” dedi.
Genç adam bu çalının önünden her saat binlerce insan geçmesine karşılık cırcır böceğini duyanın bir tek kendisi olmasına çok şaşırmıştı. Bunun üzerine küçük bir deneme yapmaya karar verdi. Elini cebine atıp bir çeyrek çıkardı ve havaya attı. Paranın kaldırıma vurduğu anda, düşen bozukluğu aramak için yürümekte olan 24 yaya durdu!
Psikologlar genç adamın şahit olduğu olay için bir kelime kullanırlar. Buna algıda seçicilik denir, ve belli şeyleri görmek ve belli sesleri duymak için kendimizi eğitiriz anlamına gelir. Charles Lever
Gökyüzüne bakıp kuşları algılayın, kırlara gidip çiçekleri algılayın, çocuklara bakıp saflıklarını, güzelliklerini algılayın, ağaçlara bakıp dallarını, yapraklarını algılayın. Hayvanlara bakıp doğallıklarını algılayın, insanlara bakıp güzelliklerini (mutlaka güzel tarafları vardır) algılayın.
Algıladığınız yalnız para sesi olmasın.

16 Eylül 2010 Perşembe

Çatlak Kova

Hindistan'da bir sucu, boynuna astığı uzun bir sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış. Sağlam olan kova her seferinde ırmaktan patronun evine ulasan uzun yolu dolu olarak tamamlarken, çatlak kova içine konan suyun sadece yarısını eve ulaştırabilirmiş. Bu durum iki yıl boyunca her gün böyle devam etmiş.Sucu her seferinde patronunun evine sadece 1,5 kova su götürebilirmiş. Sağlam kova başarısından gurur duyarken, zavallı çatlak kova görevinin sadece yarısını yerine getiriyor olmaktan dolayı utanç duyuyormuş. İki yılın sonunda bir gün çatlak kova ırmağın kıyısında sucuya seslenmiş. "Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum." "Neden?..." diye sormuş sucu. "Niye utanç duyuyorsun?..." Kova cevap vermiş. "çünkü iki yıldır çatlağımdan su sızdığı için taşıma görevimin sadece yarısını yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayı sen bu kadar çalışmana rağmen, emeklerinin tam karşılığını alamıyorsun." Sucu şöyle demiş. "Patronun evine dönerken yolun kenarındaki çiçekleri fark etmeni istiyorum." Gerçekten de tepeyi tırmanırken çatlak kova patikanın bir yanındaki yabani çiçekleri ısıtan güneşi görmüş. Fakat yolun sonunda yine suyunun yarısını kaybettiği için kendini kötü hissetmiş ve yine sucudan özür dilemiş. Sucu kovaya sormuş. "Yolun sadece senin tarafında çiçekler olduğunu ve diğer kovanın tarafında hiç çiçek olmadığını farkettin mi?... Bunun sebebi benim senin kusurunu bilmem ve ondan yararlanmamdır. Yolun senin tarafına çiçek tohumları ektim ve her gün biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. İki yıldır ben bu güzel çiçekleri toplayıp onlarla patronumun sofrasını süsleyebildim. Sen böyle olmasaydın, o evinde bu güzellikleri yaşayamayacaktı." Hepimizin kendimize has kusurları vardır. Hepimiz aslında çatlak kovalarız. Allah’ın büyük planında hiçbir şey ziyan edilmez. Kusurlarınızdan korkmayın. Onları sahiplenin.. Kusurlarınızda gerçek gücünüzü bulduğunuzu bilirseniz eğer siz de güzelliklere sebep olabilirsiniz.

Yaşlılık üzerine

Cicero'ya yasliliginda sorulan "Üstat, yeniden genclige dönmek ister miydiniz?" sorusuna verdiği yanıt anlamlıdır: “Yarışı birinci bitiren bir at, neden bir daha başlangıç çizgisine dönmek istesin ki…”
Belli bir yaşın altındayken hemen hepimiz yaşlılara bir acıma hissi ile yaklaşırız. Bu acıma hissine eşlik eden bir başka düşünce daha vardır; “Ben, iyi ki daha gencim” der ve bundan kendimize anlamsız bir övünme payı çıkarırız.
Elele tutuşmuş yürüyen yaşlı bir çifte bazılarımız acıyarak bakar. Bence bu çifte acıyarak değil büyük bir gıpta ile bakmak gerekir. Bu çift,“atletizm yarışmasını” başarıyla tamamlamış bir çifttir; hayatın türlü badirelerini atlatmış, belirli bir yaşa hem de birlikte ulaşmış, üstelik hâlâ elele yürüyecek kadar birbirlerine olan sevgilerini koruyabilmiş “başarılı” yarışmacılardır. Görüşüme göre, onlara ancak gıpta edilebilir, acımak ise son derece anlamsızdır.
Hepimiz adına dünya denilen bir stadyumdaki yarışmacılarız. Hiç birimiz buraya isteyerek gelmedik ve istemesek de hepimiz burada koşmaya mecburuz. Kimisi önce kimisi sonra, ama herkes vakti geldiğinde bu yarışı koşacaktır. Kimisi bu yarışı dereceyle bitirecek, kimisi dereceye giremese de yarışı tamamlayacak, kimisi de yarışı tamamlayamadan kulvarı terk edecektir. Kimsenin, ben daha yarışın başındayım diyerek, yarışı başarıyla tamamlamış olanlara acıyarak bakması kadar anlamsız bir şey olamaz. Üstelik, yarışı henüz koşmamış bir kişinin, dereceye girememiş (yâni hayatta yeterince başarılı olamamış) ve hâttâ yarışmayı bitirememiş (yâni belli bir yaşa ulaşamamış) kişilere bakarak, bundan kendine bir övünç payı çıkarması da anlamsızdır. Çünkü, yarışın/hayatın kime ne getireceği belli değildir.
Dolayısıyla, ne gencim diye övünmek, ne de yaşlandım diye dövünmek anlamlı değildir.
Yaşlılıktan söz ederken Schopenhauer’i anmadan olmaz. Bu büyük filozof, olağanüstü bir başarı kazanan “Parerga ve Paralipomena” adlı kitabının “Yaşam Çağlarının Farklılığı Üzerine” alt başlıklı bölümünde, yaşlılık döneminin harika bir analizini yapmıştır. Şimdi bu bölümden bâzı görüşleri aktarmak istiyorum.
Yaşamımızın sonuna doğru bir maskeli balonun sonlarında maskelerin artık çıkarıldığı ana benzer bir durum ortaya çıkar. Şimdi artık, yaşamımız boyunca ilişkimiz olan kişilerin gerçek yüzlerini görürüz...ama asıl tuhaf olanı, insanın kendi kendisini bile ancak yaşamının sonuna doğru tanıması ve anlamasıdır.Yaşamı nakış işlenmiş bir kumaşa benzetebiliriz: herkes, yaşamının ilk yarısında bu kumaşın ön yüzünü, ama ikinci yarısında ise arka yüzünü görür: arka yüzü o denli güzel değildir ama öğreticidir; çünkü ipliklerin bağlantılarını görmemize izin verir.
Prof. Dr. Oğuz İNEL

14 Eylül 2010 Salı

Ruh Kanseri

Nazan Arda gecen hafta 55 yasinda oldu. Gogus kanseriydi. Ameliyat icin gittigi Amerika'da bir gogsu alinmisti.Dondukten 11 yil sonra beyin kanamasi gecirdi.Beyninde de tumor vardi. Pes pese gecirdigi iki ameliyatin ardindan komaya girdi ve kurtarilamadi. Gazetedeki fotografinda, elinde bir ayicikla gulumsuyordu.

"Ayicik", kendisi 4 yasindayken vefat eden annesinin armaganiydi.

Nazan Arda, oyuncak ayisini 51 yil boyunca hic yanindan ayirmamisti.

Karacaahmet'e gomulurken ayicigini da yaninda topraga verdiler. Burada Nazan Arda'yi anmamin nedeni, 11 yil once Amerika'ya ameliyata giderken yazip esine biraktigi olum ilani...

Ecel, beklediginden gec gelmis, ama bosandigi esi vasiyete uyup kendi kaleminden vefat ilanini gazetelere vermis. Ilan soyle :

*"Su anda Tanri'ya teslim etmis oldugum ruhumu, omrumce tum sevdiklerim icin mukemmeliyetcilik adina cok hirpaladim. Kendimi sevecek ve ozgurluk taniyacak vaktim olmadi. Bilmem o cok ugras verdigim 'ozel biri' olabildim mi? Rahatsizlik vermekten her zaman cekindigim sizleri bugun (...) beni ugurlamaniz icin bekliyor, hepinizi cok seviyorum."*

Ilanin kosesinde kucucuk bir fotograf var: Nazan Arda, ugruna bir omur adadiklarindan, belki de ilk ve son kez bir "rahatsizlik" rica edip cenazesine cagiriyordu.

Torene kac kisi gitti bilmiyorum; ama ilani verenin, "bosandigi esi" olmasi, o cok ugras verdigi "ozel biri" olup olamadigi sorusunu yanitliyordu.

Baskalarini seveyim derken, kendini sevecek vakti bulamamisti. Son yolculugunda yaninda sadece vefakar ayicigi vardi. Arda'nin fizyolojik hastaligina oldugu kadar psIkolojik rahatsizligina da teshisi Jean Baudrillard koyuyor :

Fransiz felsefeciye gore, vucudumuzdan butun biyolojik dusmanlari, mikroplari, parazitleri atarsak, nasil savunma sistemi bozulan bedende hucreler birbirini kemirmeye baslar ve kanser tehlikesi dogarsa, ruhta da ayni sey oluyor :

*"Surekli pozitif olacagim" diye elestirel ogeleri benliginden uzak tutan, negatif duygulari dislayan her ruhsal yapi, kendi kendini yiyerek felakete surukleniyor.

Elestirel dusunce ise, krizi damitma yetenegi sayesinde bu felaketi onluyor.*

Benim yukaridaki ilandan ogrendigim su: Butun varolusunu "Beni begenecekler mi ?" "Beni seviyor mu ?" "Rahatsiz eder miyim ?" kaygisi uzerine kuruyorsan, bil ki sonun husran. Bir kucuk serzenis, siradan bir tenkit ya da kadirbilmezlik, acilar pahasina kurdugun o "mukemmel kale" yi yerle bir edebilir. Olum ilanini kaleme alacagina azat et kendini...

Seni, sen diye kabul edip sevecekleri sev. Elestir ki onun icin "ozel biri" olabilesin.

Kendini, kendine begendir herkesten once....

Kimseye begendirmek icin de kendinden vazgecme.

Aciyi goze al, cunku Dostoyevski' nin dedigi gibi ,

"Insanin ruhunu yucelten bir aci, ucuz bir mutluluktan evladir."

Can Dundar

13 Eylül 2010 Pazartesi

86400 saniye

Bankada bir hesap sahibi olduğunu düşün, hesabına her sabah 86.400 dolar para yatırılıyor, fakat bu paranın hepsini akşama kadar harcamak zorundasın, ertesi güne transfer edilemez. Paranı kullansan da kullanmasan da hesap her akşam sıfırlanıyor. Ne yaparsın? Tabii ki hepsini harcamaya çalışırsın; Hepimiz, Zaman adlı bu bankanın müşterileriyiz;
Her sabah 86.400 saniyeye sahip oluyoruz; yarına transfer edilemez, Her sabah hesabımız dolar, her akşam boşalır. Geri dönüş yok, saniyelerini şu anı yaşayarak harca, en iyisi bunlarla yatırım yap.
Mutluluk, sağlık ve başarı için. Zaman kaçıyor. Her gün için en iyisini yap.
Bir senenin değerini anlamak için sınıfta kalmış bir öğrenciye sor.
Bir ayın değerini anlamak için, 8 aylık bir bebek doğuran anneye sor.
Bir haftanın değerini anlamak için, haftalık dergi çıkaran bir çilekeşe,
Bir saatin değerini anlamak için, kavuşmayı bekleyen sevgililere sor.
Bir dakikanın değerini anlamak için, trenin kaçıran yolcuya sor.
Bir saniyenin değerini anlamak için, bir kazayı önleyemeyen sürücüye sor.
Bir saniyenin yüzde birinin değerini anlamak için olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan koşucuya sor.
Her anını değerlendir, her dakikanı çok özel biriyle paylaş. Zamanına ortak edebileceğin kadar özel biriyle.
Unutma! Zaman hiç kimse için durmaz. Geçmiş zaman tarihtir. Gelecek zaman sırlar, mechullerle dolu.
Sadece şu an sana verilen gerçek bir armağandır.


netten

12 Eylül 2010 Pazar

hamal kıssası...

Eski zamanlardı. Yolların olmadığı zamanlar... Demek ki fakirdi bizim gibi çoğunluk, bu nedenle taşınacak yüklere talip olacak hamallar bulmak zor olmuyordu...
Yanımdaki hamalla yola çıktık.
İhtiyardı. Kendinden büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise birkaç bavul vardı sadece, onunkinin çeyreği...
Diyordum ki içimden 'Çok gitmeden kıvrılırsa titreyen bacakları, yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!..' Nitekim çok geçmeden dedi ki:'Mola vakti. Gel biraz dinlenelim!. ..'Ne molası, dedim ona hayretle. Ben daha terlemedim!. .' Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü.Salarken yükünün ipini 'Sen de dinlen hadi' dedi. Benim canım sıkılmıştı bu işe.Genç olduğumu, ondan kuvvetli olduğumu, bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu düşünüyordum.O ihtiyar, bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce dinleniyorken, ben huzursuz bir şekilde ayakta dolanıyordum.Bir saat kadar sonra yine durdu, oturdu, dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım etrafında... 'Yükünü indirip sen de dinlen', demesine aldırmadım, ona daha çok kızdım...Sonra yine durdu. Bana da 'dinlenmemi' söyledi yine ama dinlenmedim. Yarım saat sonra 'dinlenelim mi' diye sordu, aksi aksi başımı salladım...Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum, birden bire dizlerimin bağı çözüldü. Kafamın içinde uçuşan kara kara sinekler sustu, çöküp kaldım. Kayış kolumdan çıktı, sırtımdaki bavullar kaydı.Ne kadar zaman geçtiğini fark etmedim. Uyumuştum da uyandım mı, yoksa bayılmıştım da ayıldım mı anlamadım... Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı, içtim. Sonra koluma girerek;'Hadi kalk, dedi. Bana yaslan.Ağır ağır gider ve bir süre sonra gene dinleniriz.' Dediğini yaptım. Omzundan güç aldım, ama asıl anlattıkları iyi geldi bana. 'Ben yılların hamalıyım, dedi. Nice pehlivan yapılı adamlar gördüm. Çoğu, dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda... Yolda gördüğümüz saçılmış kuru kemiklerin çoğu, anlattığım bu insanlara ait...Halbuki bir yükü 'taşımak' bizim işimiz, 'altında ezilmek' değil!.. Unutma ki bir yük , taşıdıkça ağırlaşır. Dinlenerek sen yükünü hafifletiyorsun! Belki günün birinde hamallığın şekli değişir. Belki o günleri ben göremem. Ama sen kavuşursan o zamanlara, aman ha, kafanın içinde de sakın yük taşıma... Akşamları bırak ve hafifle...Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü. Bizim işimiz, bugünü yarına taşımak, bugünün altında yok olmak değil.
Çünkü yarınlarda bizi bekleyenler var, taşıdıklarımızı bekleyenler. .

10 Eylül 2010 Cuma

POZİTİF ENERJİNİZİ KULLANMAYI ÖĞRENİN

Beyin öyle bir güçtür ki…Kafadan geçen her düşüncenin bir talep olduğuna inanıyorum...İyi şey ister güzel şeyler düşünürseniz cevabı aynen öyle gelir, ama hep korku ve kuşkuyla yaşarsanız aynen bunları da çağırırsınız.Trafik kazasından korkan insanlar hep kazaya uğrarlar. Eğer siz korkuyla yola çıkar ve hep bunu beyninizde kurgulayıp etrafa negatif enerji yayarsanız mutlaka şoföre kaza yaptırırsınız ama arabayı siz kullanıyorsanız ve böyle korkularınız varsa eğer, sakın araba kullanmayın...Çocuğuna aşırı korumalı ana ve babalarının çocuklarına hep bir şeyler olur yani biri bir taş atsa bile gelir sizin çocuğunuzun kafasını bulur o zaman siz şunu düşünürsünüz "onu kollayıp korumasam hep başına olumsuz şeyler geliyor.Neden acaba? Bu tıpkı (yumurtamı tavuktan çıkar, yoksa tavuk mu)'yu andırmıyor mu? Öyle mutsuz bir toplum olduk ki birbirimize günaydın diyemiyoruz, bir araya geldiğimizde hep olumsuz olaylar konuşuyoruz, biri bize nasılsın dese iyiyim demeye korkar olduk, işler nasıl deseler, derhal şikayet etmeye ve her şeyin kötü ve daha da kötüye gittiğini söylüyoruz, hastalıklarımızdan ve ölümlerden bahsediyoruz yani dostlarla da sohbetin güzelliği, keyfi kalmadı. Hep para olmadığından yakınıyoruz. Sanki bunu soran bizden para isteyecekmiş gibi. Aynen devam edin, neyi YOK diyorsanız, onu YOK etmeye devam edin, sürekli şikayet edip etrafa olumsuz ve zavallı görünerek her şeyin bereketini kaçırın, ayrıca da bu kadar mızırdanma sonunda dostlarınızı da kaçırdığınızı fark edeceksiniz.Sürekli param yok diyen insanlar paralarının bereketini öyle kaçırırlar ki, bir gün gelir bir de bakarlar gerçekten paraları bitmiş ama bu bitiş, ani çıkan hesapta olmayan mecburi harcamalar da olabilir, sağlığa harcanması gereken miktarlar da olabilir.Hep hastayım diyen insanlar mutlaka hasta olurlar beyin şartlanmaya görsün hangi hastalıktan korkup, çağırıyorsanız size onu getirir. Allah zaten verilen nimetlere şükretmesini bilmeyen kullarından bu nimetleri bir müddet sonra almaya başlar. Çevrenize bakın örneklerini çok göreceksiniz. Gelin bundan sonra nasılsın diyenlere çok iyiyim, çok şükür demekle işe başlayın.Öyle bir toplum olduk ki, karşımızdakini yargılamaktan sevmeye zaman bulamıyoruz.Oysa her yaşta sevgiye ihtiyacımız var. Sevgi sunulmazsa sevgi değildir. Neyi severseniz sevin ama içinizde yoğun sevgi duyguları olsun. Birisine sevginizi söylediğinizde hareketlerle bunu pekiştirdiğinizde ona öyle güzel bir enerji yollarsınız ki, onun mutluluğunun enerji şeklinde size geri dönüşünden aldığınız pozitifi başka hiçbir şeyde bulamazsınız.Yeni bebeği olmuş bir anne eğer sıkıntıları varsa veya olumsuz bir kişiliğe sahipse lütfen en olumlu olduğunda bebeğini kucağına alıp onu çıplak tenine değdirsin. Eğer bebeklerinizin huzurlu ve sağlıklı bir bebek olmasını istiyorsanız onu sakin kavgasız gürültüsüz ve pozitif bir ortamda büyütmeye çalışın. Kızgınken, sinirliyken kucağınıza almamaya çalışın ve ona sınırsız sevginizi gösterin. Öpün koklayın ve bilin ki bu günler çok çabuk geçecek ve bilin ki çok çabuk büyüyorlar.Bazı anne ve babalar çocuklarını çok sevdikleri halde bunu ifade edemez ve gösteremezler. Neden? Ne zaman göstereceksiniz? Allah'ın verdiği bu armağana sevgiyi en güzel şekilde göstermemiz bir şükür ve teşekkür değil mi?Beyin öyle bir güçtür ki, insan beyin gücünü kullanarak isterse kendini felç de edebilir, öldürebilir de, kanserini de yenebilir. Yeter ki beynini şartlandırabilsin. Beynimizde yaklaşık 13 milyar civarında sinir hücresi vardır. Her bir hücre yaklaşık 7.3 kilo voltluk enerji açığa çıkarır. Pratikte mümkün değil ama teorikte beyindeki tüm sinir hücrelerinin aynı anda enerjilerini saldığını varsayalım, yaklaşık 350 milyon kilo voltluk bir enerji açığa çıkar ki bu da büyük bir metropolün tüm elektrik ihtiyacını karşılayacak güce sahiptir. Size tıp kitaplarına girmiş bir olayı anlatmak istiyorum: Et taşımacılığı yapan soğutuculu bir tren, temizlenip bakımı yapılmak için bir istasyonda duruyor. İşçiler vagonları temizlemeye başlıyorlar. İşçinin biri bir vagonu temizlerken diğer işçi o vagonu boş sanıp kapısını dışarıdan kilitliyor. Biraz sonra tren hareket ediyor ve bir durak sonra et almak üzere bir istasyonda duruyor. Kapalı kalan işçinin vagon kapısı açıldığında işçinin donarak öldüğü görülüyor. Fakat bir bakıyorlar ki, vagonun ısısı normal ısıda yani dondurucuya geçirilmemiş. Ama kapalı kalan işçi bunu bilmediği, donarak öleceğini sandığı için beyin aynen donmanın şartlarını hazırlayarak, donmanın tüm belirtilerek göstererek vücudunu buna uyduruyor…Yani beyninizi olumlu şeylere kanalize edin. Bazı insanlar vardır, hep konuşurken “daha yaşasam, 1-2 sene daha yaşarım” diye konuşup, sık sık bunu tekrar ederler ve kendilerine adeta bir ölüm zamanı belirlerler. Ben bu laftan çok korkarım. Eğer bunu inanarak söylerlerse beyinlerini öyle bir şartlarlar ki, öyle bir kurgularlar ki gerçekten dedikleri zamanda ölürler. Bu yüzden kaç yaşında olursanız olun hep bir hedefiniz ve hayalleriniz olsun ki uzun yaşayabilesiniz.İnsan hayal ettiği müddetçe yaşarmış. Ne doğru bir laf değil mi?Dün bitti. Dünün tekrarı yok aynı rüyalar gibi. Yarın, hiç bilmiyoruz, iyi şeylerde olabilir, kötü de .Ama şu anımı biliyorum, ayağım kırık bu yazıyı yazıyorum ama eşim yanımda, çocuklarım sağ ve ben bu yüzden dünyanın en mutlu insanıyım ve yarınımı da bilmediğim için bu anımı en iyi, en keyifli ve en pozitif şekilde değerlendiririm. Bilmediğim bir geleceği düşünerek de bu anımı zehir edemem.Siz de böyle yapın ve hayatınızı birbirine karıştırmamak kaydıyla 3'e bölün. Dün, bugün, yarın diye... Biz ani stresleri çok severiz. Çünkü ani streste vücutta Adrenokortikotrop hormon (ACTH) artar ve hafıza, algılama, enerji süper olur. Yani bu hormon, strese karşı vücudun bir sigortasıdır. Ama siz bu stresi kısır döngüye çevirirseniz, yani sürekli beyninizde kurarsanız, hep bunu düşünürseniz, gelen olumlu şeylerin hepsi geri gider. Yani unutkanlıklar, enerji kayıpları, isteksizlikler, migren, mide-bağırsak şikayetleri, uykusuzluklar, beyin tümörleri, tansiyon iniş-çıkışları, vücudun muhtelif yerlerinde uyuşmalar, mutsuzluk, hatta depresyon, kalple ilgili şikayetler ve kansere zemin hazırlamış olursunuz. Bunları kendinize niye reva göreceksiniz ki?Akıllı, kontröllü ve olumlu olmak yeterli. Eğer büyük bir strese girdiyseniz kendinize hobiler bulun, yani kafanızı dağıtın. Başka işlere kanalize olun ki stres yaratan faktörün etkisi azalsın veya sevdiğiniz, sizi mutlu eden şeylerle uğraşın.Bunları da yapamıyorsanız dua edin. Duaların insanlarda yarattıkları mistik etki onların pozitiflenmesini sağlar. Ben evde sokakta bile hep iyilik diler ve hayır için dua ederim... Saygılarımla, Prof. Yıldız BATIRBAYGİL

Yanlış ve değerler

11 yaşındaydı ve New Hampshire gölünün ortasındaki adadaki evlerinde ne zaman eline bir fırsat geçse hemen balığa giderdi. Levrek avı yasağının kalkmasından bir gün önce, babasıyla akşamın ilk saatlerinde küçük güneş balıklarından yakaladı. Sonra oltasına yem takıp, oltayı fırlatma talimi yaptı. Yem suya değdiği zaman gün batımında suda altın haleleler oluşturmuş, daha sonra gölün üzerinde ay doğmuştu. Oltasının hızla çekildiğini hissedince,oltaya büyük bir balık geldiğini anladı. Babası oğlunun balığı çekişini hayranlıkla izledi. Çocuk sonunda yorgun düşen balığı sudan çıkardı. Bu o güne kadar gördüğü en büyük balıktı, bir levrek; ama av yasağının kalkmasına sadece saatler kalmıştı. Baba-oğul güzelim balığa baktılar, pulları ay ışığında ışıl ışıl parlıyordu. Babası bir kibrit yakıp saatine baktı. Saat 22.00 olmuştu. Av yasağının bitmesine daha iki saat vardı. Önce balığa, sonra oğluna baktı.'Suya geri bırakman gerekiyor, oğlum,' dedi.'Baba!' diye itiraz etti çocuk ağlamaklı bir sesle. 'Başka balıklar da var,' dedi babası.'Ama hiçbiri bunun kadar büyük değil!' dedi çocuk.Göle şöyle bir göz attı. Gölde hiçbir balıkçı teknesi yoktu. Babasının yüzüne baktı bu kez. Kendilerini hiç kimsenin görmemiş olmasına, kimsenin ne balığı yakaladıklarını bilmesinin olanaksız olmasına karşın, babasının sesinden bu konuda hiçbir ödün vermeyeceğini anlamıştı. Oltanın ucunu balığın ağzından çekti ve balığı gölün karanlık sularına bıraktı.Balık suya düşer düşmez, şöyle bir çırpındı ve gözden kayboldu. Çocuk bir daha bu kadar büyük bir balık tutamayacağından emindi... Bu olay bundan tam 34 yıl önce oldu. Bugün o çocuk New York City'nin ünlü mimarlarındandır. Babasının küçük evi hâlâ o adadadır.Oğlunu ve kızlarını hâlâ o adadaki küçük eve balık tutmaya götürür. Çocuk haklıydı. Bir daha o kadar büyük bir balık tutamadı. Fakat 'değerler' konusunda bir ikilem yaşadığı zaman hep o balığı gözünün önüne getirir. Babasından öğrendiği gibi 'değerler', doğru ile yanlışın ne olduğu konusunda çok basit bir konudur. Güç olan yalnızca değerlerin uygulanabilmesidir. Birileri görmediği zaman da doğru olanı yapabiliyor muyuz? Evet, küçüklüğümüzde bizlere balığı suya geri bırakmak öğretilseydi, doğru olanı yapabilirdik. Çünkü gerçeğin ve doğrunun ne olduğunu öğrenmiş olurduk. Doğru olanı yapma kararı belleklerimizdeki canlılığını hiçbir zaman yitirmez. Bu anıyı dostlarımıza ve torunlarımıza göğsümüz kabara kabara anlatırız.Fırsatlardan yararlanmak değil, doğru olanı yapmaktır önemli olan.
Çocuğunu öyle karşıla ki; eve geldiği zaman, en güzel yere geldiğini hissetsin...
Eşini öyle karşıla ki; yanına geldiği zaman, en doğru insana kavuştuğunu hissetsin... .
Anneni öyle karşıla ki; doğumundaki ağrıları lezzetle takas etsin...
Babanı öyle karşıla ki; ömür boyu bir başka evlada imrenmesin.. .


netten

8 Eylül 2010 Çarşamba


Çöp kamyonu kanunu

AYDIN BOYSAN’ IN “LEKE BIRAKAN GÖLGELER- Bilgi Yayınevi”KİTABINDAN ALINTIDIR.
“Bir gün bir taksiye atladım ve havaalanından hareket ettik. Sağ şeritte yol alırken siyah bir araba park ettiği yerden aniden yola, önümüze çıktı. Taksi şoförü sert bir şekilde frene bastı, kaydı ve diğer arabaya çarpmaktan milim farkıyla kurtuldu.
Diğer arabanın sürücüsü camdan başını çıkartıp bağırmaya ve küfretmeye başladı.
Taksi şoförü ona gülümsedi ve içten bir şekilde el salladı. Ve gerçekten çok arkadaşçaydı.
Sordum: 'Neden bunu yaptınız? Adam neredeyse arabanızı mahvedip ikimizi de hastaneye gönderecekti. 'Taksi şoförü bana, simdi 'Çöp Kamyonu Kanunu' dediğim şeyi öğretti.
Şoför pek çok insanin çöp kamyonu gibi olduğunu açıkladı. Her tarafta çöp dolu olarak dolaşıyorlar; kızgınlık, öfke ve hayal kırıklığı dolular. Çöpleri biriktikçe onu bırakacak bir yere ihtiyaç duyuyorlar ve bazen sizin üzerinize bırakabilirler.
Kişisel almayın. Sadece gülümseyin, onlar için iyi şeyler temenni edin ve yolunuza devam edin. Onların çöpünü alıp işyerinize, evinize veya sokaktaki diğer insanlara dağıtmayın.
İşin ana fikri şu ki, başarılı insanlar çöp kamyonlarının günlerini mahvetmesine ve ellerine geçirmesine izin vermezler. Hayat sabahları pişmanlıklarla uyanmak için çok kısa, dolayısıyla 'size iyi davranan insanları sevin, iyi davranmayanlar için dua edin."