30 Kasım 2010 Salı

Koşullu sevgi....

Nette rastladığım güzel bir yazı....

"Öğretmenlik yaptığım yıllarda üç binden fazla öğrenciye ders verdim...Çocukların iyi notlar almak için kendilerini çok zorladıklarını gördüm...Çünkü anne ve babalarının onları sevmesinin, okulda başarılı olmalarına bağlı olduğuna inanıyorlardı...Başta çocukların yanıldıklarını düşündüm. Bir anne ya da baba elinden geldiği kadar çaba gösterip de yine de başarılı olamayan çocuğunu sevmekten kaçınabilir miydi?...Ne yazık ki genellikle yanılan ben oldum...Pek çok ebeveyn, çocuğunun okuldaki başarısının kendilerini yansıttığını düşünüyor ve çocuk beklentilerini karşılayamadığı zaman acımasızca davranabiliyorlardı...Bu anne-babalar çocuklarını ancak iyi notlar aldıklarında, yarışmalarda birinci olduklarında, kurallara uyduklarında seviyorlardı...Hepimiz ailemizin üyelerine karşı şartsız sevgi gösterip göstermediğimizi anlamak için davranışlarımızı incelemek zorundayız. Ailemizin üyeleri, kendilerini sevmemizin oyunda kazanmalarına, son model arabaları olmasına, işlerinde terfi etmelerine ya da herhangi başka bir şarta bağlı olmadığını bilmelidirler...Birbirimize, sevgi göstermek için herhangi bir şey yapmamıza gerek olmadığını göstermeliyiz. Birbirimize olan sevgimize zarar verecek bir şey yapmamız da söz konusu değildir.Tabii bu, akılsızca seçimler yapıldığında üzülmeyeceğimiz anlamına gelmez.Elimizden gelenin en iyisini yapmak için çaba göstermeliyiz.Ama ne olursa olsun yine birbirimizi sevmekten vazgeçmeyeceğiz."
----Dr. Paula Fellingham----
Kaynak::Edebiyat Takipçileri

29 Kasım 2010 Pazartesi

Çok hoş bir öykü.....


92 yasında, ufak tefek, kendinden emin ve gururlu, her sabah sekizde giyinip kuşanan ve her ne kadar kör bile olsa saçlarını kıvırıp makyajını mükemmelce yapan yaslı hanım bugün bir huzur evine tasındı. 70 yasındaki kocası ise geçenlerde gereken hamleyi yapıp Allah'ın rahmetine kavuşmuştu.Huzur evinin kapısında sabırla beklenen bir kaç saatin ardından, odasının hazır olduğu söylendiğinde tatlı tatlı gülümsedi. Yürütecini asansöre yönlendirdiği sırada, kendisine odasını anlatmaya başladım penceresinde asılı perdelerden de söz ettim. Ben anlatırken ,az önce kendisine köpek yavrusu verilmiş 8 yaşındaki küçük bir kızın heyecanıyla o perdeleri pek severim, dedi.Mrs. Jones henüz odayı görmediniz, biraz bekleyin demiştim ki; Bunun onunla bir ilgisi yok, dedi. mutluluk zamandan önce karar verdiğiniz bir şeydir. Benim odadan hoşlanıp hoşlanmamam mobilyaların nasıl düzenlenmiş olduğuyla değil, benim onları zihnimde nasıl düzenlediğimle ilgilidir. Ben onları sevmeye karar vermiştim zaten Bu benim her sabah uyandığımda verdiğim bir karardır. Bir seçme hakkim var: Ya bütün günümü artık çalışmayan vücut parçalarımın bana verdiği sıkıntıyı düşünerek geçiririm ya da yataktan çıkıp hala çalışanlar için şükrederim. Gözlerim açık olduğu sürece her yeni gün bir hediyedir. Yeni güne ve hayatimin sadece bu döneminde, biriktirdiğim mutlu anılara konsantre olacağım.Yaşlılık banka hesabi gibidir. Ne yatırdıysan onu çekersin hesabından. Bu nedenle benim tavsiyem, hatıraların banka hesabına dolu dolu mutluluk yatırman olacaktır. Anı bankamı doldurmaktaki katkın için sana teşekkür ederim. Hala oradan mutluluk çekiyorum.

Mutlu olmak için su beş basit kuralı hatırla:
1. Kalbini nefretten arındır
2. Zihnini endişelerden arındır
3. Basit yasa
4. Çok ver
5. Daha az bekle

27 Kasım 2010 Cumartesi

Baldan umut...

kendi inanmadığımız şeyleri başkasına inandırmak çok zordur...

tavuksuyu çorbadan bir öykü....




Köyün birinde arıcılıkla uğraşan bir ailenin beş altı yaşlarındaki çocuğu yemeden içmeden kesilivermiş. Su ve bal dışında bir şeyin yüzüne bakmıyormuş. Ne ekmek, ne süt, ne şeker kesinlikle yemiyormuş. Ailenin, akrabaların, arkadaşların, tüm köy halkının çabaları işe yaramamış. Ufaklık balı parmaklıyor, başka hiçbir şeyi ağzına koymuyormuş. Gitikçe zayıflayan çocuğu doktor doktor, hoca hoca gezdirmişler. Büyülere, telkinlere götürmüşler. Para etmemiş. Çocuğun gözü baldan başka bir şey görmüyormuş. Tabii ağzı ve midesi de öyle... Sonra bir gün bilen kişiler bir erenden övgüyle bahsetmişler. Her gün bir kapıya giden aile, iskelete dönen çocuğu alıp eren kişinin kapısına varmış. Yaşlı adam onları uzun uzun dinledikten sonra bir iç geçirmiş ve demiş ki:- "Bilmiyorum, belki elimden bir şey gelir ama bana on gün müsaade etmeniz gerekir. Yine de size söz veremem. On gün sonra ne olur bilemem. Belki bir yardımım dokunur." Ailenin tüm ısrarlarına rağmen yaşlı adam on gün sonra görüşmek üzere onları yolcu etmiş. On gün boyunca çocuğu kapı kapı gezdiren, ufaklığın hiçbir telkin tınmayan sabit bakışlarını ve iyice güçsüzleşen bedenini umutsuzca izleyen aile, on gün sonra yaşlı adamın karşısına çıkmışlar. Yaşlı adam sabırsızlıkla kendisine bakan anneyle babanın elinden çocuğu tutup yanına çekmiş, ona şöyle bir bakmış:- "Baldan başka şeyler de yeniyor, daha iyi oluyor..." demiş ve bir parça ekmek uzatmış. Çocuk da başını sallayıp ekmeği kemirmeye başlamış. O günden sonra her şeyi yemeğe başlayan çocuğun ailesi bayram etmiş tabii. Ama babası bir yandan da büyük bir meraka düşmüş. "Bu dervişin söyledilerini bin kere başkaları da söyledi. Daha güzel, daha etkileyici laflar edenler de oldu. Ama çocuk niye bu adamı dinledi? İhtiyardaki keramet nedir? Dur hele... Belki işime yarar... İşin sırrını öğrenirsem herkese istediğim her şeyi yaptırırım" deyip yaşlı adamın peşine düşmüş. Onu görür görmez dolambaçlı yollardan sorusunu sormuş.Derviş bu karmaşık laflar içindeki soruyu farkedince gülümsemiş. "Basit" demiş. "Ben de bal düşkünüyüm. Kulübenin arkasında iki kovan var. Bazı günler sadece bal yiyorum. Başka şey yemek hiç canım istemiyor. Zorunluluktan yiyorum. Siz çocuğu getirdiğinizde ağzımdan çıkan sözün sahibi olmak için on gün müsaade istedim ve on gün ağzıma bal koymadım. Zor oldu ama başardım. Gördüm ki baldan başka şeyler de yenirmiş. Bunu söyledim. Çocuk benim kendi söylediklerime yürekten inandığımı hissetti. Bu nedenle inandı" demiş ve keramet avcısı babanın gözlerine bakıp sözlerini şöyle bitirmiş: "Yürekten akan sözler yüreğe akar. Ağızdan çıkan sözler ise bir kulaktan girer bir kulaktan çıkar..."

8 Kasım 2010 Pazartesi

dün, bugün ve yarın...

‎"Can Dündar"
‎Çok zaman önceydi. O kadar zaman önceydi ki zaman diye bir şey yoktu.İnsanlar ...güneş doğup batıncaya kadar yaşıyorlardı hayatı. Bir daha hiç olmayacakmış gibi dolu ve anlamlı.Derken zaman diye üç parçalı bir şey icat etti insan.Bir parçasına... dün dedi, diğer parçasına bugün, öteki parçasına da yarın.Sonra fesat karıştı zamana ve insan bugünü unuttu. Dünü düşünüp pişman oldu,yarını düşünüp telaşlandı; ama işin ilginç tarafı tüm telaş ve pişmanlıkları güneş doğup batıncaya kadar yaşadı.Farkında olmadan rezil etti bu gününü.Oysa yarın, bugüne dün diyor, dünde bu gün için yarın diyordu. Bir türlü beceremedi. Bir eliyle yarına, diğer eliyle düne yapıştı. Bu günü eline yüzüne bulaştırdı…Mutsuz oldu insan. Ve ne gariptir ki yarının telaşı da, dünün pişmanlığını da hep bugün yaşadı; ama bugünü hiç yaşayamadı.
Ne yarın ne de dün!

5 Kasım 2010 Cuma

Direksiyonda kim var?

Her birinizin hayatında yer tutan, değer ve önem verdiği büyükleriniz var.
Bu kişiler, yakın aile çevrenizdeki anne, baba, abi ve abla ya da; diğer akrabalar veya saygıda kusur etmediğiniz, yaşı , tecrübesi veya pozisyonu gereği fikirlerini dikkatle dinlediğiniz kişiler olabilir. Onların, sizlerle ilgili, ne söyledikleri ve ne düşündükleri çok önemli; çünkü sizi ne kadar çok sevdiklerini ve ne kadar çok değer verdiklerini biliyorsunuz. Onlar da çoğu kez sizin içinde bulunduğunuz durumlara göre, zarar görmemeniz veya sıkıntıya düşmemeniz için yol göstermeye, fikir vermeye çalışırlar. İyi niyetlerine kuşku yoktur. Fakat, sonuçlar her zaman sizin için en doğru yolun seçilmiş olmasıyla sonlanmayabilir. Çok iyi bir sürücü düşünün, arabasının direksiyonuna geçmiş ve trafik içinde yol almaya çalışıyor. Yanına da öyle birisini oturtun ki; hem onun çok saygı duyduğu birisi olsun, hem de trafik ve gidişat ile ilgili fikirleri olsun ve bunları paylaşmaya can atıyor olsun. Trafikte ilerlerken siz yol şartları ve sizin için olabilecek en keyifli sürüşe göre yol almaya çalışırken, yanınızdakinin size sürekli müdahale etmeye başladığını düşünün. Her an huzursuz ve her an sizin yanlış bir dönüş, yanlış bir sollama yapacağınızla ilgili uyarmaya çalışan veya karşıdan gelen arabayı hesaba katamayacağınızı düşünen birisiyle yolculuk biraz zor olabilir. Hatta zorluğun ötesinde, eğer size bu kadar çok müdahalede bulunursa, çok rahat tamamlayabileceğiniz bir yolculuğu kaza yaparak sonlandırabilirsiniz. İşin komiği, bu müdahaleler, aslında o kişinin kendisince sizin bir kazaya uğramanızı engellemek için yaptığı müdahalelerdir. Yaşamınızı idare etmek demek, yaşam yolunda ilerlerken direksiyona hakim olabilmek demektir. Kontrol siz de olabildiği sürece gücünüzü daha çok hissedersiniz ve hem kendinizi, hem de birlikte yolculuk ettiğiniz kişileri güven içinde taşırsınız. Size müdahalede bulunan kimselerin karakterlerini, yapılarını değiştirmek pek kolay olmayacaktır. Zaten siz de temelde onların iyi niyetinden şüphe etmiyorsunuz. Kazaya uğramamak için değişikliği onlarda değil kendinizde yaratmalısınız. Gereken yerlerde kişisel sorumluluğunuzu taşıma bilincini kaybetmeden onların ikazlarını dikkate almalı, gerektiği yerde de onlara nazikçe sınırlarını hatırlatmayı bilmelisiniz. Nerede hangisini yapacağınıza karar verebilmeniz, sizin zaten gerçekte direksiyon başındaki ustalığınızın ölçütü olacaktır. Bir küçük hatırlatma da, direksiyondakilere karışmayı alışkanlık haline getirenlere yapalım. Belki de bazı uyarılarınız gerçekten çok yerinde ve hayat kurtarıcı olabilir. Fakat siz o kadar çok müdahalede bulunuyor ve farkında olamıyorsunuz ki, artık çok değerli ve fark yarattıracak uyarılarınız bile dikkate alınmaz hale gelmiş. Daha da beteri, yanınızda direksiyon başında oturan çok değer verdiğiniz ve korumaya çalıştığınız kişiyi, uyarılarınız ve uyarıları ortaya koyma şeklinizden dolayı, hiç yapmayacağı şerit değiştirmelere itiyor olabilirsiniz. Hepinize, yaşamdaki kişisel sorumluluklarınızı sizin yerinize bir başkasının yaşamasının mümkün olmadığını, ve aynı şekilde sizin de bir başkasının sorumluluğunu onun yerine yaşayabilmenizin mümkün olmadığını kavrayabildiğiniz bir hafta diliyorum.

netten

4 Kasım 2010 Perşembe

Yaptığınız işe imzanızı atın...

Hiç bir iş sevilmeden yapılmaz...


Barbara süpermarket çalışanlarına hitap ettikten yaklaşık üç ay sonra bir akşam üstü telefonu çaldı. Arayan kişi adının Johny olduğunu ve marketlerden birinde kasada müşterilerin torbalarını doldurmalarına yardım ettiğini söyledi. Ayrıca Down sendromu olduğunu belirtti ve "Barbara, anlattıkların hoşuma gitti!" dedi.Johny, konuşma yaptığı günün gecesi eve gittiğinde babasından kendisine bilgisayar kullanmayı öğretmesini istemişti. Bilgisayarda, babasıyla birlikte üç sütunlu bir tablo yaptılar. Şimdi her akşam eve gittiğinde bir "günün sözü" buluyor. Bulamadığı zaman da bir tane "uyduruyor!" Sonra bu sözü bilgisayarda yazıyor, bir kaç tane çıktı alıyor, onları kesiyor ve her birinin arkasına ismini yazıyor. Ertesi gün müşterilerin torbalarını "zevkle" doldururken, her birinin torbasına günün sözünden bir tane koyuyor ve böylece yaptığı işe içten, eğlenceli ve yaratıcı bir biçimde imzasını atıyor. Bu konuşmadan bir ay sonra marketin müdürü beni aradı. "Barbara bugün olanlara inanamayacaksın" dedi. Sabah markete gittiğimde Johny'nin kasasının önündeki kuyruk diğerlerinin üç katıydı! Bağıra çağıra etrafa emirler yağdırmaya başladım: 'Daha fazla kasa açın. İnsanları buradan daha çabuk çıkarın!' Ama müşteriler 'Hayır. Biz Johny'nin kasasında beklemek istiyoruz. Günün sözlerinden almak istiyoruz!' dediler. Müdürün söylediğine göre bir kadın müşteri onun yanına kadar gelmiş ve "Eskiden markete haftada bir gelirdim, ama şimdi buradan her geçişimde uğruyorum, çünkü günün sözlerinden almak istiyorum" demişti. Son olarak müdür bana "Marketteki en önemli kişi kim biliyor musun?" Diye sordu. Elbette Johny'di.Aradan üç ay geçti ve marketin müdürü beni yeniden aradı. "Sen ve Johny marketimizde büyük bir değişim yarattınız" dedi. "Şimdi çiçek bölümündeki bütün sapı kırık çiçekleri ve kullanılmayan yaka çiçeği buketlerini yaşı geçkin kadınların ya da küçük kızların yakalarına iliştiriyorlar. Et paketleme bölümündeki bir elemanımız Snoppy seviyormuş ve 50.000 tane Snoppy çıkartması getirmiş. Her et paketinin üzerine bir çıkartma yapıştırıyor. Hem biz, hem de müşterilerimiz çok eğleniyoruz . "Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse, Michelangelo'nun resim yaptığı, Bethooven'in beste yaptığı veya Shakspeare'in şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürün ki gökteki ve yerdeki herkes ,durup "Burada işini çok iyi yapan büyük bir çöpçü yaşıyormuş " desin.

3 Kasım 2010 Çarşamba

Bu öykü bana "Yüzbaşı Corellinin Mandolini" kitabını anımsattı, çok hoş bir kitaptı, filmini de izledim ama kaçırılmış çok yerleri vardı....

Dondurucu soğukta bir an önce evime varabilmek için hızla yürürken, ayağımın ucunda bir cüzdan gördüm..Hemen aldım. Sahibini gösteren bir kimlik vardır diyeacele acele açtım.. İçinde üç dolar ve sararıp kat yerleri yıpranmış eski bir zarftan başka birşey yoktu...
Sol üst köşede yalnızca gönderenin adresi, alıcı adresiyerinde bir posta kutusu numarası vardı. Bir ipucubulabilmek belki biraz da merakımı giderebilmek içinzarfı açtım ve içindeki mektubu okumaya başladım.Mektup, sol yanı çiçek resmiyle süslenmiş bir kağıda,özenli bir el yazısıyla yazılmıştı ve "Sevgili Michael"diye başlıyordu.. Ve "Annesi yasakladığı içinonu bir daha göremeyeceğini" anlatarakdevam ediyor.. "Ama sakın unutma, seni daimaseveceğim" diye bitiyor.. İmza.. Hannah!..Elimde yalnızca, mektubu yazan kişiyle, mektubunyazıldığı kişinin birinci adları vardı. Eve gider gitmezhemen telefon idaresini aradım.Görevli kisi, kendisinebildirdiğim adreste yaşayanların telefon numarasınıvermesinin yasalara aykırı olduğunu söyledi. Fakatısrarım karşısında: "Belki, size yardımcı olabilirim" dedi."Bu adreste bulunan numaraya telefon ederim ve onlarKabul ederlerse, sizi görüştürebilirim lütfen bekleyin.."dedi. İki üç dakika sonra görevlinin sesi geldi.."Bağlıyorum efendim." Telefonda, karşıdaki hanıma"Hannah diye birini tanıyıp, tanımadığını" sordum."Bu evi, 30 yıl evvel, Hannah diye kızları olan bir ailedenaldık" dedi. "Peki yeni adreslerini biliyor musunuz?..""Hannah annesini bir huzurevine yatıracaktı. Oradan takipederseniz, belki adres bulursunuz.." deyip bana huzurevininadını verdi.. Hemen aradım.. Yaşlı anne yıllar önce ölmüş..Ama kızına ait eski bir telefon numarası var. Belki ordanbilirlermiş.. "Bunların hepsi aptalca aslında" dedimkendi kendime.. İçinde sadece 3 dolar ve 60 yıl önceyazılmış bir mektup bulunan cüzdanın sahibini aramakiçin bunca zahmete ne gerek var ki.. Aradım numarayı..Bir kadın "Şimdi Hannah'nın kendisi bir huzurevinde"dedi ve numarayı verdi. Hemen orayı çevirdim.. Ses;"Evet, Hannah burda yaşıyor" dedi.. Saat ona geliyordu ama hemen yola çıktım, Hannah'yı görmek için..
Devasa bir binanın üçüncü katında şirin bir oda.. Gümüşsaçlı, sıcak tebessümlü bir yaşlı kadın.. Gözlerinin içi ışılışıl ama.. Anlattım olanları.. Cüzdanı ve mektubu gösterip..Derin bir iç çekti mektuba bakarken ve "Genç adam" dedi,"Bu mektup, Michael ile son kontağımdı.. Onu öyleseviyorum ki.. Sean Connery gibi yakışıklıydı.. Hani şu meşhur aktör.. Ama ben 16 yaşındaydım.. Çok küçüğüm diye annem kesinlikle izin vermedi.."
Derin bir nefes daha.."Michael Goldstein harika bir insandı. Eğer bulabilirsenizona söyleyin lütfen.. Onu hep düşündüm.. Hep.." Bir ufaksessizlik.. Bir derin nefes daha.. "Ve onu hep sevdim.."İki damla yaş damladı elindeki mektuba, ıslanan gözlerden.."Ve hiç evlenmedim.. Michael gibi birisini bulamadım ki.."Hannah'ya teşekkür edip odadan çıktım.Binadan çıkarken danışmada beni karşılayan kız"Hannah Hanım yardımcı olabildi mi size" dedi.." Hiçdeğilse bunun sahibinin soyadını öğrendim" dedim..Cüzdanı elimde sallayarak.. O sırada yanımda dikilip duranhademe bağırdı.. "Hey baksana.. Bu Bay Michael'ın cüzdanı.. Üzerindeki bu kırmızı şeritten onu nerdegörsem tanırım.. Cüzdanını hep kaybederdi zaten..Üç kere ben buldum, koridorlarda.."Michael sekizinci katta yaşıyordu.. Ok gibi fırladımtekrar asansöre. Michael yatmamıştı. Okuma odasındakitap okuyordu. Hemşire beni ve elimdeki cüzdanı gösterdi.Michael elini arka cebine attı, hızla.. Sonra sevinçle "Evetbu benim cüzdanım" dedi. "Öğleden sonraki yürüyüşsırasında kaybetmiş olmalıyım. Size teşekkür borçluyum.""Hiçbirşey borçlu değilsiniz" dedim. "Ama özür dilerim.İpucu bulmak için açtım ve içindeki mektubu okudum.""Mektubu mu okudun?" "Sadece okumakla kalmadım.Hannah'yı da buldum.." "Buldun mu? Nerde? İyi mi?Hala eskisi gibi güzel mi. Söyle, lütfen söyle..""Çok iyi.. Hem de harika" dedim, yavaşça.. "Bana onuntelefon numarasını ver. Yarın onu hemen arayacağım."Elime sımsıkı sarıldı.. "O benim tek aşkımdı.. Onuöyle sevdim ki, asla evlenmedim.. Çünkü bu mektupgeldiğinde hayatım, anlamsal olarak bitmişti.""Bay Goldstein" dedim.. "Gelin benimle.."Asansörle üçüncü kata indik.. Odanın kapısı açıktı.Hannah sırtı kapıya dönük televizyon izliyordu..Hemşire ona yaklaştı, omzuna dokundu.. "Hannah"dedi.. "Bu bay'ı tanıyor musun?" Gözlükleriniayarladı bir an baktı, tek kelime etmeden.."Michael" dedi, Michael, kapıda, kısık sesle.."Hannah.. Ben Michael.. Beni tanıdın mı?..""Michael" diye yutkundu Hannah. "İnanmıyorum..Bu sensin. Benim Michael'ım." MichaelHannah'ya doğru yürüdü yavaşça. Sarıldılar.Hemşire yanıma geldiğinde onun da gözleri yaşlıydı.."Gördün mü, bak?" dedim "Yaşamda, yaşanmasıgereken herşey, er ya da geç, birgün kesinlikle yaşanacaktır."***Üç hafta sonra beni huzurevinden aradılar.Pazar günü bir nikah vardı.. Gelebilir miydim?Harika bir nikah töreni idi. Hannah ve Michaelbeni nikah şahidi yaptılar üstelik. Hannah açıkbej elbisesi içinde çok güzeldi.. Michael delacivert takımı içinde hala çok yakışıklı..Bir nikah tanığı olarak söylüyorum bu gözlemlerimi…Aşklarını onsekiz yaşın heyecanı ve duygusuyla yaşayan76 yaşındaki gelin ile 79 yaşındaki damadın nikahındakeşke siz de bulunsaydınız… Altmış yıl önce bittiğisanılan bir aşk öyküsünün, altmış yıl sonra, kaldığıyerden nasıl filizlendiğine siz de tanık olacaktınız.

Çeviren: Nuray Bartoschek

2 Kasım 2010 Salı

Paraşütlerimiz...

gerçekten çok hoş bir yazı, zaman zaman koşuşturmadan hiç düşünmeyiz bile ama artık düşünme zamanı sanırım...

Charles Plumb Vietnamda uçmuş,ABD Hava Harp Okulu mezunu bir pilottu.Savaş sırasında yaptığı 75.inci uçuşta, yerden havaya atılan güdümlü bir füze tarafından vuruldu.Derhal kendini fırlatıp paraşütle bir ormanın içine düştü.Kısa bir sure sonra da Vietkonglar tarafından yakalandı ve tam 6 yıl Kuzey Vietnamda esir olarak tutuldu. Bugün Charles Plumb yaşadığı bu tecrübe hakkında insanlara ders vermektedir.Bir gün Charles ve eşi restoranda yemek yerlerken bir adam masalarına yaklaşır ve şaşkınlık içinde çığlık atar: -Aman Allahım ! sen Plumb'sın .Vietnamda jet pilotuydun ,Kitty Hawk havaalanından. Uçağın düşmüştü!-Evet ama sen nereden biliyorsun bunu ? der eski pilot Plumb-Biliyorum çünkü uçuş öncesi senin paraşütünü ben hazırlamıştım. Plumb hayretler içindeydi. Adam elini Plumbun omuzuna atar:-Anladığım kadarıyla paraşüt işe yaramışPlumb evet anlamında kafasını sallar. -Eğer işe yaramasaydı şu anda burada değildim.Plumb o gece ,restoranda masaya gelen adamı düşünmekten uyuyamaz. Savaş sırasında çoğu kez gördüğü bu adamla bir kez olsun konuşmadığını düşünür.Çünkü o bir savaş pilotu,adamsa paraşüt hazırlayan basit bir askerdir sonuçta.Oysa o asker ,uzun tahta bir masada saatlerini harcayarak ,dikkatle katladığı paraşütlerle ,her seferinde hiç tanımadığı bir insanın kaderini ellerinde tutuyordu.Bu olaydan sonra verdiği derslerde Plumb dinleyicilere hep aynı soruyu sormaya başladı:Paraşütünüzü kim hazırlıyor? Tüm hayatı boyunca ihiyaç duyduğumuz her şeyi bir başkasının hazırladığı biz modern dünyanın insanlarına sorulabilecek en anlamlı sorulardan biride bu belki de....Yaşamaya devam etmemizi sağlayan sayısız paraşütler var hayatımızda,her defasında bir başka insanın bizim için hazırladığı ,maddi paraşütler, manevi paraşütler,duygusal paraşütler,ruhsal paraşütler......Sahip olduğunuz en büyük yeteneği kim kazandırdı size ,veya düşünceyapınızı kim şekillendirdi?Kimler size moral verdi zor zamanlarınızda ya da hayata dair manevi değerlerin farkına varmanızı kimler sağladı? Hayatınız boyunca paraşütünüzü hazırlayan kimlerdi?İşte onlar hayatımızı borçlu olduğumuz insanlardır.Peki siz kimlere, hangi paraşütleri hazırlıyosunuz, hiç düşündünüz mü?

1 Kasım 2010 Pazartesi

Arjantin' li ünlü golf ustası Robert de Vincenzo, yine bir turnuvayıkazanmış, ödülünü alıp kameralara poz vermiş ve kulüp binasına gidip oradanayrılmak üzere hazırlanmıştı. Bir süre sonra binadan çıkıp otoparktakiarabasına yürürken yanına bir kadın yaklaştı. Kadın, başarısını kutladıktansonra ona çocuğunun çok hasta ve ölmek üzere olduğunu anlattı. Zavallıkadının hastane masraflarını ödemesi olanaksızdı. Kadının anlattığı öykü DeVincenzo'yu çok etkilemişti, hemen cebinden bir çek defterine ve kalemçıkarttı, turnuvadan kazandığı paranın bir miktarını yazdı. Çeki kadınıneline sıkıştırırken de ona: - 'Umarım bebeğinin iyi günleri için harcarsın...' dedi. Ertesi hafta kulüpte öğle yemeği yerken, Profesyonel Golf Derneği'nin birgörevlisi yanına geldi. - 'Otoparktaki görevli çocuklar bana geçen hafta turnuvayı kazandıktan sonrayanınıza bir kadının geldiğini ve onunla konuştuğunu söylediler' dedi. De Vincenzo başını salladı. 'Evet' dedi Görevli: - 'Size bir haberim var o zaman. O kadın bir sahtekardır. Üstelik hasta birçocuğu da yok! ' - 'Sizi fena halde kandırmış efendim! ' dedi alaycı bir tavırla. De Vincenzo; - 'Yani ortada ölümü bekleyen bir bebek yok mu? ' dedi. - 'Hayır, yok' dedi görevli. - 'İşte bu, bu hafta duyduğum en iyi haber! ' dedi
De Vincenzo. '
AYNI PENCEREDEN DIŞARI BAKAN İKİ ADAMDAN BİRİ SOKAKTAKİ ÇAMURU, DİĞERİ İSE GÖKTEKİ YILDIZLARI GÖRÜR.

Frederick Langbridge

netten...

31 Ekim 2010 Pazar

Güneşli bir gündü. Kadın parkta yanında oturan adama “Bakın, salıncakta sallanan şu kırmızı kazaklı çocuk benim oğlum” dedi. Adam gülümseyerek “Güzel bir oğlunuz var” dedi. “Diğer salıncaktaki mavi kazaklı çocukda benim oğlum” Sonra saatine baktı ve “Heyyy, Todd, sanırım artık gitme zamanı” diye seslendi oğluna. Çocuk salıncakta yükselirken “Beş dakika daha baba, lütfen yalnızca beş dakika daha” diye karşılık verdi babasına. Adam başını “peki” anlamında sallayınca çocuk neşeyle sallanmaya devam etti. Dakikalar sonra adam ayağa kalkarak tekrar seslendi oğluna “Todd, artık gidelim mi, ne dersin?” Çocuk yine gitmeye isteksiz “Ne olur baba, beş dakika daha, lütfen, beş dakika daha” diye bağırdı babasına. Adam” Tamam” deyince çocuk kahkahalar atarak sallanmaya devam etti. Sonunda kadın dayanamadı ve sesinde gizli bir hayranlıkla “Ne kadar sabırlı bir babasınız” dedi . Adam gülümsedi kadına. “Sabır değil yaptığım bayan” dedi. “Büyük oğlum Tommy’yi geçen yıl burada sarhoş bir sürücünün çarpması sonucu kaybettim. Buraya yakın yolda bisiklet sürüyordu. Tommy’e hiç yeterince zaman ayırmamıstım. Oysa şimdi onunla beş dakika daha fazla birlikte olabilmek için herşeyi yapardım. Todd’la ayni hatayı yapmayacağıma söz verdim kendi kendime.. O her “Beş dakika daha baba” dediği zaman , oyun oynamak için beş dakika daha kazandığını düşünüyor, oysa işin gerçeği ne biliyor musunuz? Ben onu oyun oynarken beş dakika daha fazla izleyebiliyorum, asıl kazanan benim”

tavuk suyu çorbadan...

27 Ekim 2010 Çarşamba

Olgunlaşmak...

Olgunlaşmak...
Artık eskisi gibi her haftasonu birileri ile dışarı çıkmak istemiyorum. Beni yor...an ilişkiler, yeni tanışmalar, yeni yüzler aramıyorum. Eski dostlukların da özetini çıkarmaya başladım.İlişkilerde tasarrufa gidiyorsun her şeyde olduğu gibi ve gereksiz insanları hayatından atmak istiyorsun.Yapmacık, inanmadan konuşmak istemiyorum artık. Beni anlamayanlarla konuşmak cümle kirliliği yaratıyor ve hak edenlere saklıyorum enerjimi. İstediğime istediğimi deme özgürlüğüne sahibim, eleştirme hakkını oluşturan yaşamışlık ve yeterli yaş faktörü artık bende de var.Ben demiştim sendromunda olanlarla arkadaşlıkları bir kez daha sorguluyorsun. İlişkilerini sadeleştirmeye başlayınca sıra iyi ve kötü gün dostlarını ayıklamaya geliyor. Kötü gün dostlarını belirliyor ve onlara daha çok önem veriyorsun. İyi gün dostu bulmak ne kadar kolaysa kötü gün dostu bulmak bir o kadar zor, biliyorum. Dostlar ihtiyaç olduğunda göçmen kuşlar gibi sıcağa uçuyor ve sadece seninle birlikte sürüden ayrı düşenler kalıyor..Zamanın ne kadar kıymetli olduğunu öğreniyorsun buralara kadar gelirken. Uzun düz otobanlardan olduğu gibi, kestirme bozuk yollardan da ulaşabilirsin hedeflerine. Kestirmeleri de öğrendim gide gele. Boş geçen her saniye değerli artık. Daha yapılacak çok şey var ama çokta yorulmaktan kendimi çokta hırpalamaktan yana değilim. Gerektiğinde hayır demeyi öğrendim ve bu kelime başta karşındakine kırıcı gelse de senin için hayat kurtarıcı olabiliyor.Sevgiye önem vermek gerektiğini, zamanı geldiğinde elinde sadece sevginin kalacağını biliyorum. Sevgi paylaşıldıkça oluşuyor, olgunlaşıyor. Aileme, eşime ve seçtiğim tüm dostlarıma daha önce göstermediğim sevgi ve ilgiyi gösteriyorum. Biliyorsun ki gidenlerin ardında sadece iyilikler kalıyor, ne kadar sevgi dolu olduğu hatırlanıp anılıyor.Bana çok genç olduklarını hatırlatırcasına nedense tecrübelerimi, fikirlerimi sormaya başladılar. Vereceğim cevaplar belki çok anlamsız geliyor ama yine de dinliyorlar ama ben biliyorum ki yaşamadan hiçbir şey öğrenilmiyor. Yaşamışlığın oluşturduğu bir alçakgönüllülükle gülüyorum içimden sadece.Artık daha şık giyiniyorum, senelerle birikmiş dolaplar dolusu kıyafet var ve bunları kendimle paylaşmalıyım. Önce kendine güzel görünmelisin, kokoz da deseler kendi zevkime göre giyinmek istiyorum, böyle hissediyorum. Modaya uymak adına popomun sığmadığı düşük bel pantolonlara sığmıyorum diye kendimi üzme tercihini de kullanabilirim. Ayıp, günah ya da ne derler korkuları çoktan geride kaldı .Dostlarıma, kendimize yemek yapmak hoşuma gidiyor. Mutfak eskiden bir zulüm iken şimdi zevk aldığım mekanlar arasına giriyor. Farklı lezzetler denemek güzel ve kendi lezzetimi kendimde yaratabileceğim belli bir damak zevkim ve mutfak kültürüm oluştu.Sonra Sezen’in şarkısındaki gibi anneni daha sık düşünüyorsun ve hatta anlıyorsun.İşte bu yeni alışmaya başlanan ve giderek hoşa giden yeni duruma olgunluk deniyor. Yaşamışlığın, görmüşlüğün, geride kalmış üflenmiş doğum günü mumlarının bir sonucu kendiliğinden ortaya çıkıyor hayatın bir dönemecinde bu olgunluk. Ne zaman dersen herkese göre, ne kadar dolu yaşadığına göre değişiyor bu olgunluk çağına ermek.İnanın bana hayattaki düşüşler, zor alınan virajlar bu zamanı hızlandırıyor. Kendi dünyanın küçüklüğünü keşfetmek ve buna rağmen kendinin kıymetini bilmek çok işe yarıyor. Bir gün hepinizin bu huzurlu olgunluğu bulmasını diliyorum.

Can Dündar...

sık sık rastladığımız bir paylaşım ama unutmamak adına, yeniden anımsamak istediğimde elimin altında olması ve bir kez daha okumak için...

26 Ekim 2010 Salı

sabır.....

Adam yeni kamyonuna bakmak için evinden çıktığında, üç yaşındaki oğlunun gayet m...utlu bir biçimde elindeki çekiçle kamyonunun kaportasını mahvettiğini görmüş. Hemen oğlunun yanına koşmuş ve çocuğun eline çekiçle vurmaya başlamış. Biraz sakinleşince oğlunu hemen hastaneye götürmüş. Doktor, çocuğun kırılan kemiklerini kurtarmaya çalıştıysa da elinden bir şey gelmemiş ve çocuğun iki elinin parmaklarını kesmek zorunda kalmış. Çocuk ameliyattan çıkıp gözlerini açtığında, bandajlı ellerini fark etmiş ve gayet masum bir ifadeyle, “Babacığım, kamyonuna zarar verdiğim için çok üzgünüm.” demiş ve sonra babasına şu soruyu sormuş: “Parmaklarım ne zaman yeniden çıkacak?” Babası eve dönmüş ve hayatına son vermiş... Birisi masaya süt döktüğünde ya da bir bebeğin ağladığını işittiğinizde bu öyküyü hatırlayın. Çok sevdiğiniz birine karşı sabrınızı yitirdiğinizi anladığınızda, önce biraz düşünün. Kamyonlar onarılabilir, ama kırılan kemikler ve incinen duygular hiçbir zaman onarılamaz; genellikle kişiyle performansı arasındaki farkı göremeyiz. İnsan hata yapar. Hepimiz hata yaparız. Fakat öfkeyle ve düşünmeden yapılan şeyler, insanı sonsuza kadar rahatsız eder. Harekete geçmeden önce durun ve düşünün. Sabırlı olun. Anlayış gösterin ve sevin.

22 Ekim 2010 Cuma

Ruhunuza Gıda


Kralın biri, yürüyüş için sarayından çıktığında bir dilenciye rastlar. Ona sorar: 'Ne istiyorsun?'. Dilenci güler ve 'sanki isteğimi yerine getirebilirmişsin gibi soruyorsun!' der. Kral alınır ve 'Tabii ki isteğini yerine getirebilirim. Nedir? Sadece söyle' der.Dilenci 'bir söz vermeden önce iki kere düşün' diye kralı uyarır.Dilenci sıradan bir dilenci değildir, kralın geçmiş hayatında Üstadıdır ve geçmiş hayatında ona şu sözü vermiştir: 'Geleceğim ve seni gelecek hayatında uyandırmaya çalışacağım. Bu hayatında kaçırdın ama tekrar geleceğim.' Kral bu sözü tamamen unutmuştur.. Kim geçmiş hayatları hatırlar ki! Kral ısrarına devam eder: 'Ne istersen gerçekleştireceğim. Ben çok güçlü bir kralım, sana veremeyeceğim ne isteyebilirsin ki?'Dilenci 'Çok basit bir istek...bu kaseyi görüyor musun? Bunu herhangi birşeyle doldurabilir misin?'Kral 'Tabii ki!' der ve yardımcılarından birisini çağırır ve emreder 'Bu kaseyi parayla doldurun'. Yardımcısı gidip bir miktar para alır ve kasenin içine döker ama para gözden kaybolur ve ne kadar para koyarlarsa koysunlar kase hep boş kalır.Tüm saray ahalisi toplanır. Söylenti gitgide tüm şehre yayılır ve ahali biraraya gelir. Kralın prestiji sarsılmaya başlamıştır. Kral yardımcılarına 'tüm krallık gitse kaybetmeye hazırım ama bu dilenci tarafından yenilemem' der.Elmaslar, inciler ve zümrütler, kral tüm zenginliklerini boşaltmaya başlar. Kasenin sanki dibi yoktur. İçine ne konursa ama ne konursa anında yokolur. En sonunda akşam olur ve kalabalık tam bir sessizlik içindedir. Kral dilencinin ayaklarına kapanır ve yenilgiyi kabul eder. 'Bana sadece bir tek şey söyle. Zafer senin ama burayı terketmeden merakımı gider. Bu kase neden yapılmıştır?' . Dilenci bir kahkaha atar ve 'İnsan zihninden yapılmıştır. Bunda bir sır yok. İnsan arzularından yapılmıştır.'Bu anlayış tüm hayatı dönüştürür. Bir isteğinizi, arzunuzu düşünün. Mekanizması nedir? Önce çok büyük bir heyecan vardır, macera vardır, kendinizi çok hevesli hissedersiniz. Birşey olacaktır ve siz tam ucundasınızdır. Sonra arabayı, yatı, katı, eşinizi elde edersiniz. Ve bir anda yine herşey anlamsız olur.Peki ne olur? Zihniniz yarattığınızı yokeder.Aldığınız araba park yerinde durur ama artık heyecan yoktur. Heyecan sadece onu elde etmededir. İsteğinizle öyle sarhoş olursunuz ki, içinizdeki boşluğu unutursunuz. İstek yerine gelir, arabayı alıp park yerine koyarsınız, para kazanıp banka hesabınıza koyarsınız, ev alırsınız, heyecan yokolur. Yine o boşluk oradadır ve sizi yemeye hazırdır. Yine bir başka istek, arzu yaratmanız ve o boşluk duygusundan kaçmanız gerekir.İnsan bir istekten diğerine işte böyle gider. İnsan böyle dilenci kalır. Tüm hayatın bunu tekrar ve tekrar kanıtlıyor. Tüm istekler seni yorar ve hedef gerçekleşince yeni bir isteğe, arzuya daha ihtiyaç duyarsın.Bu tür isteklerin, arzuların başarısız olacağını ve içindeki boşluğu dolduramayacağını anladığın gün hayatında bir dönüm noktası olacak.Diğer yolculuk içedir. İçe dön ve evine geri gel.Günün düşüncesi:Öfke bilgeliği, ego saygıyı bitirirEndişe hayatınızı yer, rüşvet adaleti bitirirAçgözlülük dürüstlüğü bitirir, korku bir insanı yer bitirirEn büyük ziynetiniz kendi kutsallığınız, kendi asaletinizdir..
Kaynak: internet
Çeviri: Lale Külahlı

21 Ekim 2010 Perşembe

.....

Kimseyi değiştiremezsin hayatta.
Ve kimse için de değişmemelisin.
Kimliğini kaybettiğin an yaşamını çöpe attın demektir. İstemediğin sürece hiçbirşey için ödün vermeyeceksin hayatta.
Gün gelir verecek bir şeyin kalmaz çünkü. Her şeyi sen istediğin için yapacaksın, başkası senden istediği için değil.
Ve sen, sen olarak kaldığın sürece senin yanında olanlar da mutlu olacaktır.
Bırak hayatına eşlik etmek isteyenler gelsin seninle.Yolun bitimine kadar gelmeleri şart değil. Herkesin gidebileceği biryol vardır.
Sen yeter ki yanında yer ayırmayı bil.
Ne sen kimse için mecburi istikametsin, ne de bir başkası senin için…
Seninle gelmek isteyenleri yanına al. Belki beraber daha çok şey katabilirsiniz bu hayata.
Yanındaki seni mutlu ettiği sürece kalsın hayatında, zorlama kendini.
Hayat rahat insanlarla güzel.
Ve hayat hak ettiği gibi yaşandığında güzel...

20 Ekim 2010 Çarşamba

beklentisiz sevmek....



Beklentisiz sevmeyi denediniz mi hiç ???
Hiç beklentisiz sevdiniz mi?
Yani "Bugün telefon etmedi" demeden, "şu an nerede acaba?" diye kendi
kendinizi yemeden, "Yaş günümü hatırlayacak mı acaba?"
diye bir beklenti içine girmeden...
Sevdiniz mi hiç?
Onun, size ait olmadığını kabul edip,
onu özgür yaşamı ile sevmeyi denediniz mi?
Onu yersiz kıskançlıklara boğmaktan ve kendinizi yıpratmaktan
vazgeçebildiniz mi hiç?
Hiç beklemeden çalan bir kapıda,
onu karşınız da görmek ne güzeldir bilir misiniz?
Beklemediğiniz bir anda hediye almak en
sevdiğinizden...
Ve beklemeden gelen bir "seni seviyorum" mesajının tadına varabildiniz
mi
hiç?
Siz istediğiniz için degil, o istiyor diye yapildi mi tüm bunlar?
Ve beklentisiz sevmenin tadina bakabildiniz mi hiç?
"Bugün beni hatırlamadı" yerine "Hiç beklemiyordum, senin geleceğini"
diyebilmek ne güzeldir oysa...
Onu bogmadan, kendinizi bogmadan sevebilmek ne güzeldir... Sahiplenme
duygusundan uzak, sevmenin, sevilmenin tadina varabildiniz mi hiç?
Yapilmamis davranislar, söylenmemis sevgi sözcükleri ile kendi
kendinizi
ask çikmazinda kaybedeceginize, Hiç beklenmeyen bir demet çiçekle
mutlu
oldunuz mu?
Beklentisiz sevin...
Ben, beklentisiz seviyorum...
"Niye aranmadim" diye düsünüp kendini kendinizi yiyeceginize, hiç
beklenmedik bir "Seni özledim"
mesaji ile aşki yakalayin..
Beklentisiz sevin...
Ben, beklentisiz seviyorum...
O, sizin sevgiliniz oldu için degil.
Ona tapulu maliniz gibi, çantaniz, arabaniz gibi davranma hakkiniz
oldugunu düsünmeden.
Onu sevdiginiz, onun da sizi sevdigi için sevin...
Sevgiye karisan "beklenti" denen illeti
hemen silin askin ak sayfalarindan...
Göreceksiniz ki, o zaman ask, baska bir güzel...
Göreceksiniz ki, o zaman sevgili, daha bir romantik...
Göreceksiniz ki, o zaman sevmek ve sevilmenin damaklarda biraktigi
tat,
yillanmis sarap gibi, beklenti zehrine karismadan bir baska döndürüyor
insanin basini..
Ben, beklentisiz seviyorum...
Onun nerede oldugunu merak etmiyorum...
"Beni bugün neden aramadi" diye
geçirmiyorum içimden, aramadigi zamanlarda...
Gelecege dair hayallerim de yok zaten...
Ben, sevgiyi yasiyorum...
Onun yanimda oldugu anlar o kadar degerli, o kadar kiymetli ki...
Gerçeklesmemis ve gerçeklesmeyecek beklentilerle mahvetmiyoruz o
anlari...
Beklentisiz seviyoruz...
Sevdigimiz için seviyoruz...
Hayalsiz, geleceksiz, beklentisiz... Anlik seviyoruz...
Deneyin... Beklentisiz, sevmeyi deneyin bir gün...Beklentilerle bogdugunuz asklariniza acıyacaksınız…….

CAN DÜNDAR

19 Ekim 2010 Salı

hangisini beslersen....



Yaşlı Kızılderili Reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlardı.
Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.
Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri köpekti bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için biri yeterli gözükürken niye ötekinin de olduğunu, hem niye renklerinin illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla sordu dedesine. Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.
"Onlar benim için iki simgedir evlat.""Neyin simgesi" diye sordu çocuk."İyilik ile kötülüğün simgesi.
Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları."
Çocuk, sözün burasında, mücadele varsa, kazananı da olmalı diye düşündü ve her çocuğa has bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi: "Peki, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi? "Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa:
"Hangisi mi evlat? Ben hangisini daha iyi beslersem!"

18 Ekim 2010 Pazartesi

üç heykel....




İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar, ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç armağanlar göndererek karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatlarıydı.

Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı.
Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti. Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi. Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu.
Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: "Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver."
Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı.
Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler. Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi.
İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı. Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi. Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı. İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı. Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu.
Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı:

"Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir. Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir. En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır. Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim."

15 Ekim 2010 Cuma

herşey seninle başlar...


Çaresizlik öğrenilmiştir.
Başarılı olmak da öğrenilebilir.
Sende sandığından fazlası var!
Gelebileceğin en iyi yerde değilsin.
Yeni bir hayat için gereken, yeni bir akıldır.
Doğru şeyi yapmak için yanlış zaman yoktur.
Rüzgarı suçlamayı bırak, yelkenleri kullanmayı öğren!
Seyirci koltuğundan sıkıldıysan, sahneye çık.
Zirvede her zaman bir kişiye daha yer var.
Her şey seninle başlar!
Başkaları yapabildiyse, sen de yaparsın.
Hayatta ya tozu dumana katarsın,
Ya da tozu dumanı yutarsın.
Seçim senin!

14 Ekim 2010 Perşembe

üçlü filtre testi






Bir gün bir tanıdığı büyük filozofa rastladı ve dedi ki; "Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?"
"Bir dakika bekle" diye cevap verdi Sokrates.
Bana birşey söylemeden önce senin küçük bir testten geçmeni istiyorum.
Buna "Üçlü Filtre Testi" deniyor.
"Üçlü Filtre?"
"Doğru," diye devam etti Sokrates.
Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir fikir
olabilir.
Birinci filtre: "Gerçek Filtresi"
"Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?"
"Hayır," dedi adam "Aslında bunu sadece duydum ve ...
"Tamam," dedi Sokrates, "Öyleyse, sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun.
Şimdi ikinci filtreyi deneyelim,"
"İyilik Filtresini"
"Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi birşey mi?"
"Hayır, tam tersi ..."
"Öyleyse," diye devam etti Sokrates,
"Onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin.
Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı."
"İşe yararlılık filtresi"
"Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?"
"Hayır, gerçekten değil."
"İyi," diye tamamladı Sokrates,
"Eğer, bana söyleyeceğin şey doğru değilse,
iyi değilse ve işe yarar, faydalı değilse
bana niye söyleyesin ki?"
Bu, Sokrates'in iyi bir filozof olmasının ve
büyük itibar, saygı görmesinin sebebiydi.
Yakın ve sevgili herhangi bir arkadaşınız hakkında başıboş konuşmalar duyduğunuz her sefer bu üç filtre testini kullanmanız sizlere hararetle tavsiye edilir.

13 Ekim 2010 Çarşamba

SEVGİ...

Küçük kız annesiyle, yürürken birden durdu. Yağmur damlacıklarıyla ıslanan gözlüğünü çıkararak baktığı şey, babasıyla birlikte bisiklette giden bir başka kız çocuğuydu. Bisikletin arka tarafındaki minder üzerinde oturan kız, düşmemek için babasına sıkı sıkı sarılmış ve soğuktan pembeleşen yanaklarını onun sırtına dayamıştı. Adamın ara sıra yanına dönerek söylediği sözler küçük çocuğu kıkır kıkır güldürüyordu.
Kaldırımdaki kız bisikletin arkasından bakarken, annesi durumu farkedip:
-“Evdekiler yetmiyormuş gibi gözün hala bisikletlerde” diye, çıkıştı.”Ama eğer beğendiysen, baban ondan da alır “ dedi
Küçük kız yumuşak bir sesle:
-“Bisiklete değil kıza bakmıştım” dedi.”Babası o vaziyette bile kendisiyle sohbet ediyor da....”
Annesi küçük kızı hiç duymuyormuş gibiydi. Onun kürklerle çevrili şapkasını düzeltirken:
-“Arkadaşların bu havada bile okula yürüyerek geliyor” dedi.”hâlbuki baban, işe giderken de olsa birkaç dakikasını ayırıp seni mersedesiyle getiriyor.”
Kızın gözü yine bisikletteydi. Kadın alaycı bir ifadeyle:
-“İstersen baban da seni bisikletle getirsin,”diye devam etti.”Ne de güzel yakışır, öyle değil mi?”
Küçük kız inci taneleri gibi süzülen gözyaşlarını annesinden saklamaya çalışarak:
-“Çok isterdim” diye cevap verdi.”Belki de böylelikle babama sarılırdım.”

12 Ekim 2010 Salı

Güzel bir ders...

Zamanında Çin''in küçük bir köyünde bir kung-fu okulu varmış.
Okulun yaşlı ve bilge olan hocası öğrencilerine sadece bedensel eğitim değil zihinsel eğitiminde önemli olduğunu anlatırmış.Öğrencilerinde biri zeki olmasına rağmen dersleri pek umursamayan vurdumduymaz bir karaktermiş.Onun bu hali hocanın gözünden kaçmaz ve devamlı kendini uyarırmış.
Günler böyle geçerken bilge hoca bu öğrencisini başka bir öğrenciyle müsabakaya kaldırmış.Müsabaka başlamış.Haylaz öğrenci yaptığı her hareketin, attığı yumruk ve tekmelerin rakibi tarafından ustalıkla savuşturulduğunu görünce dahada hırslanmış ve kural dışı hareketler yapmaya başlamış.Rakibi onları savuşturmuş.Dahada sinirlenen öğrenci hiçbirşeyin kar etmediğini görünce oturmuş hırsından ağlamaya başlamış.Müsabaka bitmiş.Haylaz öğrenci ağlarken omuzunda bir el hissetmiş.
Kafasını kaldırıp baktığında hocasını kendisine gülümsediğini görmüş. Bilge hoca öğrencisinin yanına oturmuş ve toprağa 15-20 cm uzunluğunda bir çizgi çizmiş.
-Bu düşmanının çizgisi.Bunu nasıl kısaltırsın?demiş
Öğrenci bu soru üzerine çizgiyi ikiye bölerek:
-Böyle kısaltırım demiş
-Hayır, demiş hocası
Öğrenci bu sefer çizgiyi üçe bölmüş
-Böyle kısaltırım.
Hoca gülümsemiş.
Ve yere aynı uzunlukta bir çizgi çizmiş.
-Bu düşmanın çizgisi.
Sonra yanına onun iki katı uzunlukta bir çizgi çekmiş ve eklemiş:
-Bu da senin çizgin.
Sen düşmanının çizgisiniz kısaltmak yerine kendi çizgini uzatırsan düşmanının çizgisi doğal olarak kısalacaktır.
Sen kendini geliştir.
Uğraştığın insanlar zaten o zaman geride kalacaktır...

11 Ekim 2010 Pazartesi

HAYAT BAŞARISINI EMPATİ BELİRLİYOR

Bir konuşmada iş adamlarına sordum.
“Tahminim buradaki çoğu kişi ticarette başarılı olmuş kişiler. (Ticarette başarı ölçütünü para kazanmak olarak alıyorum.) Sizce bu başarıyı getiren en önemli özellik ne?”
İki yanıt önplana çıktı: disiplinli çalışmak ve ilişkiler.
Birincisi sizin kendinizle olan ilişkiniz (hedef doğrultusunda çalışmak),
ikincisi diğer insanlarla (onları anlamak).
Hayat başarısı Doğan Hoca (Cüceloğlu) bir sohbetimizde bana şunu söylemişti.“Ailelere soruyorum.
- Çocuğunuz okulda başarılı olmasını ister misiniz?
- Evet.
- Okulda mı başarılı olmasını istersiniz, iş hayatında mı?
- İş hayatında.
- İş hayatında mı başarılı olmasını isterseniz, hayatta mı?
- Hayatta.”

Hayatta başarılı olmanın en önemli iki tane olmazsa olmazı, disiplinli çalışmak ve empati. Bu ikisinden bir tanesi eksik olunca, hayat başarısı zor geliyor. Bu kadar önemli bir özelliğin okullarda neden okutulmadığına şaşıyorum zaten. Bunları öğretmek aileye düşüyor. Aile nasıl öğretmeli?
Biliyoruz ki bazı çocukların empati yeteneği daha gelişmiş. Farkı yaratan kim? Tabii ki aile.(Zaten bence okula çocuklar değil, aileler gitmeli. Ailenin çocuk üzerindeki etkisi, okulun etkisine göre kat kat daha fazla.)
California Üniversitesinden Ross Thompson bir deneyde aileleri ikiye ayırıyor: empati yeteneği yüksek çocuklara sahip olanlar ve empati yeteneği düşük çocuklara sahip olanlar.Hikaye okumaThompson, iki gruptaki ailelere de kelimeler veriyor ve çocuklarına o kelimeler ile bir hikaye uydurup, anlatmasını istiyor. Bu sırada anlatılan hikayeler kaydediliyor ve daha sonra inceleniyor.Empati yeteneği yüksek çocuklara sahip olan aileler daha uzun hikaye anlatıyor ve hikayede oluşturdukları karakterlerin bakış açılarını detaylı şekilde aktarıyor. Diğer gruptaki aileler sadece olaylar anlatıyor. Karekterlerin bakış açılarını çok yansıtmıyor.Sorunlu bir olayGerçek hayatta çocuklarıyla ilişkleri de mi böyle diye merak ediyor, Thompson. Çocuğunuz sebebiyet verdiği bir sorunu ya da olayı anlatınız, diyor.Empati yenetegi yüksek olan çocukların aileleri olayı anlatırken hem kendi bakış açılarını hem de çocuklarının bakış açısını aktarıyor.Diğer grup sadece kendi bakış açısını anlatıyor. Ailenin empatiden uzak tarzı tabii ki çocuğa yansıyor.Onun için ailelerin tutumu ve örnek olması çok önemli.Saldırgan ve daha az başarılı Empati yeteneği düşük çocuklarla ilgili başka bulgular da var.Daha saldırgan oluyorlar ve derslerde daha az başarılılar. Neden saldırgan? Çünkü karşı tarafının bakış açısını anlayamadığı için kendini haklı görüyor ve sorun çıkartıyor.Neden daha az başarılı? Çünkü empati sahip olmak, güçlü zihinsel beceri gerektiriyor. Empati yapan kişi kendi görüşünü ve varsayımını bir süre rafa kaldırıyor, karşı tarafın düşüncesini tartıyor, durumu onun açısından hayal ediyor, ve iki taraflı bir sonuç çıkartıyor. Bütün bunlar hep zihinsel beceri gerektiriyor.Zihinsel becerisi yüksek olan çocuk da başarılı oluyor.Nasıl empati gelişir?Çocuk bir sorunla geldiğinde verilen yanıtlar çok önemli.“Anne, canım sıkkın. Sınavdan düşük not aldım.”- Sorun değil oğlum. Sıkma canını.- Bir dahasında daha iyi yaparsın. - Üzüldüğün şeye bak. Alt tarafı bir sınav. Bu ifadelerin hepsi destek ifadeleri gibi görünse de hiçbirinde empati yok. Tam tersi (sırasıyla) sorunu örtme, baskı ve hissedilen duygunun gereksizligi üzerine vurgu var.Çocuğun nasıl hissetigini ve bu sürece ne yol açtığını tartışmak en iyisi.

Yazan : Özgür Bolat
Kaynak : http://www.hurriyet.com.tr/

10 Ekim 2010 Pazar

ÇİÇEK DEĞİL, ÇOCUK YETİŞTİRDİĞİMİZİ UNUTMAYIN ! 3

Geçenlerde Stephen Glenn'den ünlü bir araştırmacı bilim adamı hakkında bir öykü dinledim. Bir bilim adamının tıp konusunda yeni ve çok önemli buluşları olmuştu. Bir gazete muhabiri röportaj yaparken kendisine, ortalama bir insandan nasıl olup da daha farklı ve yaratıcı bir insan olduğunusormuş. Kendisini diğerlerinden ayıran özellik neymiş? Bilim adamı bu soruyu ''iki yaşındayken annesinin yaşadığı bir deneyim nedeniyle'' diye yanıtlamış. Bilim adamı buzdolabından süt şişesini çıkartmaya çalışırken, şişe elinden kayıp yere düşmüş ve ortalık süt gölüne dönmüş. Annesimutfağa geldiğinde,ona bağırmak, söylenmek ya da cezalandırmak yerine, ''Robert, ne kadar güzel bir hata yaptın! Daha önce bu kadar büyük bir süt gölü görmemiştim. Evet, olan olmuş. Şimdi birlikte burayı temizlemeden önce biraz yerdeki sütle oynamak ister misin?'' demiş. O da eğilip, oynamış yere dökülen sütle. Birkaç dakika sonra annesi, ''Robert, bu tür bir şey yaptığında, bunu senin temizlemen ve her şeyi eski haline getirmen gerektiğini biliyor musun? Bunu nasıl yapmak istersin? Bir sünger mi kullanalım, bir havlu ya da bir bez mi? Hangisini istersin?'' demiş. Robert süngeri seçmiş ve birlikte yere dökülen sütü temizlemişler. Daha sonra annesi, ''Biliyor musun, burada yaşadığımız olay, senin iki minik elinle bir süt şişesini taşıyamadığın kötü bir deneyimdi. Şimdi arka bahçeye çıkalım ve şişeyi sula doldurup, senin dolu bir şişeyi düşürmeden taşımanısağlayalım'' demiş. Küçük çocuk şişeyi boğazından iki eliyle tutarsa, düşürmeden taşıyabileceğini öğrenmiş. Ne güzel bir ders! Bu ünlü bilim adamı daha sonra, o anda bir hata yaptığı zaman bundan korkmaması gerektiğini öğrenmiş. Yapılan hataların yeni bir şeyler öğrenmek için çok güzel fırsatlar olduğunu anlamış. İşte bilimsel araştırmalardaki deneyler de bu temele dayanır zaten. Bir deney başarısız olsa bile, o deneyden çok değerli bilgiler elde edilir. Bütün anne babalar çocuklarına, annesinin Robert’e davrandığı gibi davransalar çok daha iyi olmaz mı?

9 Ekim 2010 Cumartesi

ÇİÇEK DEĞİL, ÇOCUK YETİŞTİRDİĞİMİZİ UNUTMAYIN ! 2

Birkaç hafta önce kendime spor bir ceket aldım ve dükkan sahibi Mark Michaels ile anne babalık üzerine biraz sohbet ettik. Mark bana eşi ve yedi yaşındaki kızlarıyla dışarıya yemeğe çıktıkları bir gece kızının masadaki bardağı devirdiğini anlattı. Masadaki su temizlenip, anne babasıüzülmemesini söyledikleri zaman kızı onlara bakmış ve, ''Biliyor musunuz, size diğer anne babalara benzemediğiniz için teşekkür etmek istiyorum. Arkadaşlarımın çoğunun anne babaları böyle bir durumda onlara bağırır ve bir de daha dikkatli olmaları konusunda onlara söylev çekerler. Böyle bir şey yapmadığınız için size teşekkür ederim!'' demiş. Bir seferinde ben arkadaşlarımla yemekteyken, benzer bir olay oldu. Beş yaşındaki oğulları masaya bir bardak süt döktü. Arkadaşlarım çocuklarına bağırmaya başlayınca, ben de bilerek çarptım ve kendi bardağımı devirdim. 48 yaşında olmama rağmen nasıl halâ aynı şeyi yaptığımı anlatmaya başlayınca,çocuğun gözleri parladı ve anne babası gereken mesajı alıp, çocuklarına bağırmaktan vazgeçtiler. Her gün halâ yeni bir şeyler öğrendiğimiz unutmak bazen ne kadar da kolay oluyor.

8 Ekim 2010 Cuma

ÇİÇEK DEĞİL, ÇOCUK YETİŞTİRDİĞİMİZİ UNUTMAYIN ! 1

Kapı komşum David'in beş ve yedi yaşında iki çocuğu var. Bir gün yedi yaşındaki oğlu Kelly'ye benzinle çalışan çalışan çim biçme makasıyla nasıl çim biçildiğini öğretiyordu. Makinayı çim üzerinde nasıl döndüreceğini öğretirken eşi Jan, David'I bir soru sormak için içeri çağırdı. Davidiçeri girince, Kelly makinayı çalıştırdı ve çimlerin ortasındaki çiçek tarhına daldı. Çiçek tarhı bir anda mahvolmuştu. David döndüğünde gördüğü manzara karşısında çılgına döndü. Bütün komşuların çok beğendiği, emek emek kendi elleriyle yaptığı çiçek tarhı yoktu artık. David tam sesini yükseltmeye başlamıştı ki, Jan dışarıya çıktı ve David'e ''David, çiçek değil, çocuk yetiştirdiğini unutma!'' dedi. Jan bu sözleriyle bana ana baba olarak önceliklerimizin ne olduğunu çok güzel anımsattı. Çocukların kendileri ve benlik saygıları, kırabilecekleri ya da hasar verebilecekleri herhangi bir fiziksel nesneden çok daha önemlidir. Bir futbol topunun kırdığı bir cam, dikkat edilmediği için kırılan bir lamba ya da mutfakta elden kayıp, kırılan bir tabak zaten kırılmıştır. Çiçekler zaten ölmüştür. Verilen bu zararı, bir de ben çocuğumu inciterek, yaşam sevincini öldürerek iki katına çıkartmamalıyım.

7 Ekim 2010 Perşembe

Bilmelisin ki...

Bilmelisin ki .... Duvarda asılı diplomalar insanı insan
yapmaya yetmez.
Bilmelisin ki ... Aşk kelimesi ne kadar çok kullanılırsa,
anlam yükü o kadar azalır.
Bilmelisin ki .... Karşındakini kırmamak ve inançlarını
savunmak arasında çizginin nereden geçtiğini bulmak zor.
Bilmelisin ki ... Gerçek arkadaşlar arasına mesafe girmez.
Gerçek aşkların da!
Bilmelisin ki ... Tecrübenin kaç yaş günü partisi
yaşadığınızla ilgisi yok, ne tür deneyimler yaşadığınızla var.
Bilmelisin ki ... Aile hep insanın yanında olmuyor. Akrabanız
olmayan insanlardan ilgi, sevgi ve güven öğrenebiliyorsunuz. Aile
her zaman biyolojik değil.
Bilmelisin ki ... Ne kadar yakın olursa olsunlar en iyi
arkadaşlar da ara sıra üzebilir. Onları affetmek gerekir.
Bilmelisin ki .... Bazen başkalarını affetmek yetmiyor. Bazen
insanin kendisini affedebilmesi gerekiyor.
Bilmelisin ki ... Yüreğiniz ne kadar kan ağlarsa ağlasın dünya
sizin için dönmesini durdurmuyor.
Bilmelisin ki ... Şartlar ve olaylar, kim olduğumuzu etkilemiş
olabilir. Ama ne olduğumuzdan kendimiz sorumluyuz.
Bilmelisin ki ... İki kişi münakasa ediyorsa, bu birbirlerini
sevmedikleri anlamına gelmez. Etmemeleri de sevdikleri anlamına
gelmez.
Bilmelisin ki .... Her problem kendi içinde bir fırsat saklar.
Ve problem, fırsatın yanında cüce kalır.
Bilmelisin ki ... Sevgiyi çabuk kaybediyorsun, pişmanlığın
uzun yıllar sürüyor .....

6 Ekim 2010 Çarşamba

NE OLMAK İSTİYORSUNUZ

Düş gücü, bir insanin en yükseklere uçurabildiği bir uçurtmadır.Birkaç hafta önce basıma çok değişik bir şey geldi.Yatak odamda bebeklerden birinin altını değiştirirken, beş yasındaki kızım Alyssa yanıma geldi ve kendisini yatağa attı."anneciğim, büyüdüğün zaman ne olmak istiyorsun?"dedi.Önce bir tür oyun oynadığını düşündüm ve oyunu sürdürmek için, "Himmm. sanırım büyüdüğüm zaman anne olmak istiyorum." dedim."O sayılmaz,çünkü zaten annesin. Ne olmak istiyorsun?"Peki, belki büyüdüğüm zaman papaz olurum." dedim bu kez."anneciğim, o da olmaz, zaten öyle sayılırsın!"Bağışla ama hayatim," dedim" ne söylemem gerektiğini anlamadım."anneciğim, sadece büyüdüğün zaman ne olmak istediğini soruyorum sana. Ne olmak istiyorsan o olabilirsin!"O anda o kadar şaşırmıştım ki, hemen bir yanıt bulamadım.Alyssa da bunaldı ve odadan çıktı.O birkaç dakikada yasadığım deneyim beni çok derinden etkiledi.Çok etkilenmiştim, çünkü kızımın gözünde ben hâlâ istedigim bir şey olabilirdim! Yasım, kariyerim, beş çocuğum, kocam, üniversite diplomam, mastar derecem; hiçbirinin önemi yoktu. Onun gözünde ben hâlâ düşler kurabilir ve yıldızlara uzanabilirdim. Onun gözünde benim hâlâ bir geleceğim vardı. Onun gözünde ben hâlâ astronot, piyanist, hatta opera sanatçısı bile olabilirdim. Onun gözünde ben hâlâ büyüyecek ve bir şeyler olacaktım.Çok dürüst ve masum olduğunu anladığım zaman, yasadığım o olayın gerçekten çok güzel olduğunu far kettim; ayni soruyu büyükannelerine ve büyükbabalarına da sorabilirdi. O kadar içtendi.Bir yerlerde okumuştum: "yıllar sonra olacağım yaslı kadın, şimdiki benden çok farklı olacak. İçimde bir başka benin varlığını hissetmeye başladım."Evet... siz büyüdüğünüz zaman ne olacaksınız?Rahibe Teri JohnsunLauren Bacalı(TAVUK SUYUNA ÇORBA ADLI KİTAPTAN)

5 Ekim 2010 Salı

BIRAKIN IŞIĞINIZ YANIK KALSIN


Uzaklarda küçük bir kasabada genç bir adam kendi işini kurdu bu, iki caddenin köşesinde bir perakendeciydi. Adam dürüst ve dost canlısıydı, insanlar onu seviyorlardı. Ondan alışveriş yapıyorlar ve arkadaşlarına tavsiye ediyorlardı.Adam bir yıl içinde bir dükkandan, Amerikanın bir ucundan diğerine uzanan bir zincir oluşturdu.
Bir gün hastalanıp hastaneye kaldırıldı. Doktorlar az zamanı kalmış olabileceğinden endişe ediyorlardı.Üç yetişkin çocuğunu yanına çağırdı ve onlara bir görev verdi:içinizden biri yıllar boyu uğraşarak kurduğum şirketimin başına geçecek. Hanginizin bunu hakkettiğine karar vermek için, her birinize birer dolar vereceğim. Şimdi gidip bu birer dolarla ne alabiliyorsanız alacaksınız, ama bu akşam geri döndüğünüzde paranızla aldığınız şey hastahane odamı bir uçtan bir uca doldurmalı. Çocuklar bu başarılı şirketi yönetme fırsatı karşısında heyecana kapıldılar. Üçü de şehre gidip parasını harcadı.
Akşam geri döndüklerinde babaları sordu: "Birinci çocuğum, bir dolarla ne yaptın ?" Çocuk cevap verdi: "Arkadaşımın çiftliğine gittim, bir dolarımı verdim ve iki balya saman aldım. Sonra odadan dışarı çıktı, saman balyalarını getirdi, açtı ve havaya savurmaya başladı. Oda bir anda samanlarla dolmuştu. Ama biraz sonra samanların tamamı yere indi ancak babanın söylediği gibi odayı bir uçtan öbür uca dolduramadı.
Adam sordu: "Peki ikinci çocuğum, sen paranla ne yaptın ?" Yorgancıya gittim. İki tane yastık aldım. Bunu söyleyen çocuk, yastıkları içeri getirdi, açtı ve tüyleri bütün odaya dağıttı. Zaman içinde bütün tüyler yere düştü, böylece oda yine dolmamıştı.
"Sen üçüncü çocuğum, sen paranı ne yaptın ?" diye sordu adam. Dolarımı cebime koyup senin yıllar önceki dükkanın gibi bir dükkana gittim. Dükkanın sahibine parayı verdim ve bozmasını istedim. Dolarımın 50 centini İncil’de yazıldığı gibi çok değerli bir şeye verdim. 20 centini şehrimizdeki iki yardım kurumuna bağışladım. 20 centte kiliseye verdim.Böylece bir onluğum kaldı. Bununla iki şey aldım. Çocuk elini cebine atıp bir kibrit kutusu ve bir mum çıkardı.
Işığı kapatıp mumu yakınca oda mumun yaydığı ışıkla dolmuştu. Oda samanla veya tüyle değil, bir uçtan öbür uca ışıkla dolmuştu. Baba memnundu; "Çok iyi oğlum. Bu şirketin başına sen geçeceksin, çünkü yaşam hakkında çok önemli bir şeyi, ışığını yaymayı biliyorsun. Bu çok güzel.

4 Ekim 2010 Pazartesi

SEN UYURKEN


Sevgili çocuğum, seni uyurken seyretmek, nefes alisini duymak için sessizce odana girdim. Gözlerin kapalı, huzur içindesin. Sari buklelerin melek yüzünü çerçeveliyor. Bir kaç dakika önce çalışma odamda çalışırken birdenbire içimin sıkıldığını fark ettim. Dikkatimi isime veremedim ve bu yüzden sessizce seninle konuşmak üzere odana geldim.Bu sabah, yavaş giyindiğin için sabırsızlanıp, sana söylendim. Yemek fişini kaybettiğin için seni azarladım ve kahvaltı ederken gömleğine süt döktüğün için sana sert sert baktım. "Yine mi?" dedim, içimi çekerek ve basımı kızgınlıkla iki yana salladım. Sense bana bakıp, tatlı tatlı gülümsedim ve bana "Hosçakal, anneciğim!" dedin.Öğleden sonra, sen odanda oynayıp, yatağına dizdiğin oyuncaklarına bağıra çağıra şarki söylerken, ben telefon konuşmalarımı yapıyordum. Sana sessiz olmanı işaret ettim, sonra yine bir saat kadar telefonda konuştum. Daha sonra bir asker gibi sana emir verdim, "Oyalanıp durma, çabuk ödevini yap!" Bana "Peki, anneciğim." dedin ve hemen çalışmaya koyuldun. Sonra da odandan hiçbir ses gelmedi.Aksam ben masamın basında çalışırken, korkarak yanıma geldin ve bana umutla, "anneciğim, bu gece kitap okuyacak miyiz?" diye sordun. Sana kesin bir dille, "Bu gece olmaz." dedim, "Odan hâlâ karmakarışık! Sana kaç kez anımsatacağım odanı toplamanı!" Basın önünde, odana gittin. Çok gedmeden geri geldin ve kapının yanından bana bakınca, "Simdi ne istiyorsun?" diye sordum aksi bir ses tonuyla.Hiçbir şey söylemedin. yanıma geldin, boynuma sarıldın ve beni öpüp, "İyi geceler, anneciğim. Seni seviyorum!" dedin. Sonra da aceleyle odana gittin.Daha sonra, duyduğum vicdan azabı nedeniyle, bos bos masama bakarak uzun bir süre oturdum. Acaba neden böyle davrandım, diye düşündüm. Beni kızdıracak hiçbir şey yapmamıştın. Sadece büyümeye ve öğrenmeye çalışan bir çocuk gibi davranmıştın. Bugün yetişkinlerin sorumluluklarla dolu dünyasında kendimi kaybettim ve sana harcayacak enerjim kalmadı. Bugün sen benim öğretmenim oldun, beni öpmeyi, bana iyi geceler dilemeyi unutmadın ve üstelik ruh halimin iyi olmadığını fark edip, parmaklarının ucunda gezindin.Simdi seni uyurken seyrediyorum ve bugünü yeni bastan yasamak istiyorum. Yarin, ben de sana, bugün senin bana gösterdiğin anlayışı göstereceğim, böylelikle belki gerçek bir anne olabilirim. Uyandığında sana sıcacık gülümseyip, okuldan geldiğinde sana moral vereceğim ve yatmadan sana kitap okuyacağım. Sen gülünce gülüp, sen ağlayınca ağlayacağım. Kendime daha büyümediğini, bir çocuk olduğunu ve senin annen olmaktan mutluluk duyduğumu anımsatacağım. Bugün senin anlayışlı davranışın bana çok dokundu ve bu yüzden gecenin bu saatinde sana teşekkür etmeye geldim. çocuğum, öğretmenim ve arkadaşım olduğun ve bana gösterdiğin sevgi için.

1 Ekim 2010 Cuma

SAHİP OLDUKLARININ DEĞERİN BİLMEK!!!


Yırtık pırtık paltolar giymiş iki çocuk kapımı çaldılar.“Eski gazeteniz var mi, bayan?” Çok isim vardı. Önce hayır demek istedim, ama ayaklarına gözüm ilişince sustum. İkisinin de ayaklarında eski sandaletler vardı ve ayakları su içindeydi. “Içeri girin de, size kakao yapayım” dedim. Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz bırakmıştı. Kakaonun yanında reçel ekmek de hazırladım onlara, belki dışarıdaki soğuğu unutturabilir, azıcık da olsa ısıtabilirdim minikleri.Onlar şöminenin önünde karınlarını doyururken ben de mutfağa döndüm ve yarıda bıraktığım islerimi yapmaya koyuldum. Fakat oturma odasındaki sessizlik dikkatimi çekti bir an ve basımı uzattım içeriye. Küçük kız elindeki bos fincana bakıyordu. Erkek çocuğu bana döndü ve “Bayan, siz zengin misiniz?” diye sordu.“Zengin mi?Yo hayır!” diye yanıtlarken çocuğu, gözlerim bir an yağımdaki eski terliklere kaydı. Kız elindeki fincanı tabağına dikkatle yerleştirdi ve “Sizin fincanlarınız ve fincan tabaklarınız takım” dedi. Sesindeki açlık, karin açlığına benzemiyordu. Sonra gazetelerini alıp çıktılar dışarıdaki soğuğa. Teşekkür bile etmemişlerdi, ama buna gerek yoktu. Teşekkür etmekten daha öte bir şey yapmışlardı. Düz mavi fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı. Pişirdiğimpatateslerin tadına baktım. Sıcacıktı patatesler, basımızı sokacak bir evimiz vardı. Bir esim vardı ve esimin de bir isi. Bunlar da fincanlarım ve fincan tabaklarım gibi bir uyum içindeydi. Sandalyeleri şöminenin önünden kaldırıp, yerlerine yerleştirdim. Çocukların sandaletlerinin çamur izleri halinin üzerindeydi hala. Silmedim ayak izlerini. Silmeyeceğim de. Olur ya unutuveririm ne denli zengin olduğumu.

Ümit....

Bir kurbağa sürüsü ormanda yürürken, içlerinden ikisi bir çukura düştü.
Diğer bütün kurbağalar çukurun etrafında toplandılar. Çukur bir hayli derindi ve arkadaşlarının zıplayıp dışarı çıkması mümkün gözükmüyordu.
Yukarıdaki kurbağalar, boşuna çabalamamalarını söylediler arkadaşlarına Çukur çok derin. Dışarı çıkmanız imkânsız.
Ancak, çukura düşen kurbağalar onların söylediklerine aldırmayıp çukurdan çıkmak için mücadeleye devam ettiler.Yukarıdakiler ise hâlâ boşuna çırpınıp durmamalarını, ölümün onlar için kurtuluş olduğunu söylüyorlardı.Sonunda kurbağalardan birisi söylenenlerden etkilendi ve mücadeleyi bıraktı. Diğeri ise çabalamaya devam etti. Yukarıdakiler de, çırpınıp durarak daha çok acı çektiğini söylemeyi sürdürdüler.Ne var ki, çukurdaki kurbağa son bir hamle daha yaptı, bu kez daha yükseğe sıçramayı başardı ve çukurdan çıktı.Çünkü, bu kurbağa sağırdı. O yüzden, arkadaşlarının ümit kırıcı sözlerine kulak asmamıştı.

30 Eylül 2010 Perşembe

Göl olmaya çalış...

Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli herşeyden şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Hayatındaki herşeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı. "Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle"acı" diye cevap verdi. Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken ayni soruyu sordu: "-Tadı nasıl?" "Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak."Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam, "hayır" diye cevapladı çırağı. Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve söyle dedi: "Yasamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır,ne de çok. Istırabın miktarı hep aynidir. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey, ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir.
Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış."

28 Eylül 2010 Salı

KURŞUN KALEM....

foto:cayna
Çocuk, büyükbabasının mektup yazışını izliyordu. Birden sordu : - Bizim başımızdan geçen bir olayı mı yazıyorsun ? Benimle ilgili bir hikâye olma ihtimali var mı ? Büyükbaba yazmayı kesti, gülümsedi ve torununa şöyle dedi :- Doğru, senin hakkında yazıyorum. Ama kullandığım kurşun kalem yazdığım kelimelerden çok daha önemli. Umarım büyüdüğünde bu kalemi sen de seversin. Çocuk kaleme merakla baktı ama özel bir şey göremedi. - İyi ama bu kalem benim hayatımda gördüğüm diğer kalemlerden hiç farklı değil ki ! - Bu tamamen nesnelere nasıl baktığınla ilgili. Bu kalemin beş önemli özelliği var ve sen de bu özellikleri kendinde benimseyebilirsen hep dünyayla barışık bir insan olursun.

Birinci özellik : Harika şeyler yapabilirsin ama attığın adımları yönlendiren bir el olduğunu asla unutma. Bizim için bu el Tanrı'dır ve her zaman kendi kudretiyle bizi o yönlendirir.
İkinci özellik: Zaman zaman her ne yazıyorsam durmam ve kalemimin ucunu açmam gerekir. Bu kaleme biraz acı çektirse de sonuçta daha sivri olmasını sağlar. Bu yüzden bazı acılara göğüs germeyi öğrenmelisin, bu acılar seni daha iyi bir insan yapar.
Üçüncü özellik : Kurşun kalem, yanlış bir şey yazdığında bunu bir silgiyle silmene her zaman olanak tanır. Yaptığımız bir şeyi sonradan düzeltmenin kötü bir şey olmadığını anlamalısın, aksine bu bizi adalet yolunda tutmaya yarayan en önemli şeylerden biridir.
Dördüncü özellik: Kurşun kalemin en önemli kısmı, kalemin yapıldığı ahşabı ya da dışarı yansıyan şekli değil, içerisinde yer alan kurşunudur. O yüzden her zaman kendi içine bakmalı, en çok onu korumalısın.
Beşinci ve son özelliği ise her zaman bir iz bırakmasıdır. Aynı şekilde sen de hayatta yaptığın her şeyin bir iz bırakacağını bilmeli ve her hareketinin farkında olmalısın.

27 Eylül 2010 Pazartesi

BARDAK....

PROFESÖR ÖĞRENCİLERİNE 'STRES YÖNETİMİ KONUSUNDA DERS VERİYORDU.SU DOLU BİR BARDAĞI KALDIRIP ÖĞRENCİLERİNE SORDU.SİZCE BU SU DOLU BARDAĞIN AĞIRLIĞI NE KADARDIR?CEVAPLAR 200 GR VE 400 GR ARASINDA DEĞİŞMEKTİ.BUNUN ÜZERİNE PROFESÖR ŞÖYLE DEDİ;GERÇEK AĞIRLIK FARK ETMEZ.FAKAT DURUM,BARDAĞI ELİNİZDE NE KADAR SÜREYLE TUTTUĞUNUZA GÖRE DEĞİŞİR.EĞER BİR DAKİKALIĞINA TUTARSAM PROBLEM YOK.BİR SAATLİĞİNE TUTARSAM SAĞ KOLUMDA BİR AĞRI OLUŞACAKTIR.EĞER BİR GÜN BOYUNCA TUTARSAM AMBULANS ÇAĞIRMAK ZORUNDA KALIRSINIZ.ASLINDA AĞIRLIK AYNIDIR.AMA NE KADAR UZUN TUTARSANIZ SİZE O KADAR AĞIR GELİR.EĞER SIKINTILARIMIZI HER ZAMAN TAŞIRSAK ER YA DA GEÇ TAŞIYAMAZ DURUMA GELİRİZ.YÜKLER GİTTİKÇE ARTARAK DAHA AĞIR GELMEYE BAŞLAR.YAPMAMIZ GEREKEN BARDAĞI YERE BIRAKIP BİR SÜRE DİNLENMEK VE DAHA SONRA TUTUP TEKRAR KALDIRMAKTIR.YÜKÜMÜZÜ ARA SIRA BIRAKMALI,DİNLENİP TAZELENDİKTEN SONRA TEKRAR YOLUMUZA DEVAM ETMELİYİZ.

26 Eylül 2010 Pazar

İLGİNÇ TEZ

ABD"de Massachusetts Institute of Technology" de okuyan bir ögrencinin tanık olduğu bu öykü, bir tez çalışmasının nelere yol açacağını göstermesi açısından ilginç bir örnek oluşturuyor:

Bir lisansüstü öğrencisi bir yaz mevsimi süresince her gün üzerine siyah-beyaz çizgili bir tişört giyerek Harvard futbol sahasına gider. 15 dakika boyunca sahayı bir bastan diğer uca yürüyerek yerlere kus yemi serper. Bu arada cebinden bir hakem düdüğü çıkartıp öttürür. yağmur, çamur demeden her gün ayni saatte ayni hareketleri törensel bir ciddiyetle yapar.
Derken sonbahar gelir, futbol mevsimi baslar.
Harvard futbol takımının ilk maçı oynanacaktır.
Siyah-beyaz tişörtlü hakem başlama düdüğünü çalar ve o anda olanlar olur. Yüzlerce kus sahaya hücum eder ve doğal olarak maç ertelenir.
Bu arada öğrenci tezini vermiş ve mezun olmuştur.

24 Eylül 2010 Cuma

GÖRMEK İÇİN GÖZ ŞART DEĞİL

Adamın biri, ilk defa gittiği bir kasabada şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa:- Buraların yabancısıyım, demiş. Parkın hemen yani basındaki fırını arıyorum. Çok yakın olduğunu söylediler.Çocuk arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:- Ben de buraya ilk defa geliyorum, demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde. Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez. Çocuk:- Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş. Kus cıvıltıları da oradan geliyor zaten.- İyi ama, demiş adam. Bunların parktan değil de bir tek ağaçtan gelmediği ne malum?- Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsınız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu da duyarsınız.Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kağıt para çıkartıp teşekkür ederken fark etmiş onun kör olduğunu.Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini fark ettiğini.Işığa hasret gözlerini ondan saklamayı çalışırken:- Üç yıl önce kaza geçirmiştim, demiş. Görmeyi o kadar çok özledim ki... Sizinkiler sağlam, öyle değil mi?Adam çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına doğru yönelirken:- Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, benden daha iyi gördüğün...

23 Eylül 2010 Perşembe

....

PARANIN DEĞERİ


Cimri, tüm mal varlığından emin olmak için herşeyini satar ve altına çevirir.Altınlarını yer altına gömüp ara sıra ziyaret ederek inceler. Bu hareketi işçilerinden birinin dikkatini çeker ve orada bir hazine olduğundan kuşkulanır.Efendisinin sırtı dönükken o noktaya gider ve altını çalar. Cimri dönünce altının yerinde yeller estiğini görür, ağlayarak saçını başını yolar. Onu böyle perişan gören komşusu nedenini öğrenince şöyle der:"Kendini üzme artık, bir tas alıp aynı çukura koy ve o taşın altınların olduğunu düşün. Çünkü kullanmayı hiç düşünmediğine göre tas da aynı işi görecektir."Paranın değeri sahip olmakta değil, kullanmaktadır.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Sevgi

Küçük kız annesiyle, yürürken birden durdu. Yağmur damlacıklarıyla ıslanan gözlüğünü çıkararak baktığı şey, babasıyla birlikte bisiklette giden bir başka kız çocuğuydu. Bisikletin arka tarafındaki minder üzerinde oturan kız, düşmemek için babasına sıkı sıkı sarılmış ve soğuktan pembeleşen yanaklarını onun sırtına dayamıştı. Adamın ara sıra yanına dönerek söylediği sözler küçük çocuğu kıkır kıkır güldürüyordu.
Kaldırımdaki kız bisikletin arkasından bakarken, annesi durumu farkedip:
-“Evdekiler yetmiyormuş gibi gözün hala bisikletlerde” diye, çıkıştı.”Ama eğer beğendiysen, baban ondan da alır “ dedi
Küçük kız yumuşak bir sesle:
-“Bisiklete değil kıza bakmıştım” dedi.”Babası o vaziyette bile kendisiyle sohbet ediyor da....”
Annesi küçük kızı hiç duymuyormuş gibiydi. Onun kürklerle çevrili şapkasını düzeltirken:
-“Arkadaşların bu havada bile okula yürüyerek geliyor” dedi.”hâlbuki baban, işe giderken de olsa birkaç dakikasını ayırıp seni mersedesiyle getiriyor.”
Kızın gözü yine bisikletteydi. Kadın alaycı bir ifadeyle:
-“İstersen baban da seni bisikletle getirsin,”diye devam etti.”Ne de güzel yakışır, öyle değil mi?”
Küçük kız inci taneleri gibi süzülen gözyaşlarını annesinden saklamaya çalışarak:
-“Çok isterdim” diye cevap verdi.”Belki de böylelikle babama sarılırdım.”

21 Eylül 2010 Salı

Ağaçtaki Balon

Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi takip ederken, şaşkınlığını gizleyemiyordu. Onu hayrete düşüren şey, "Bizim eve bile sığmaz" dediği o güzelim balonların adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi. Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın kendisine baktığını fark ederek ona doğru yaklaştı ve bütün cesaretini toplayarak: -Baloncu amca, dedi. Biliyor musun benim hiç balonum olmadı. Adam çocuğu söyle bir süzdükten sonra: -Paran var mı? diye sordu. sen onu söyle. -Bayramda vardı, diye atıldı çocuk, önümüzdeki bayram yine olacak. -Öyleyse bayramda gel, dedi adam. Acelem yok, ben beklerim. Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan ayırmadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali kalmamıştı. Bir kaç adım attıktan sonra elinde olmadan tekrar onlara baktığında, gördüklerine inanamadı. Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı. Çocuk, olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken, baloncu ona doğru dönerek: -Küçük, diye seslendi. Balonları ağaçtan kurtarırsan birini sana veririm. Yapılan teklif, yavrucağın aklını başından almıştı. Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı. Hedefine adım adım yaklaşırken duyduğu heyecan, bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara ulaştığında bir müddet onları seyretti ve dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı. Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı. Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa, dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu. İster istemez balonu yerinde bırakıp aşağıya indi ve adama dönerek: -Birini bana verecektiniz, dedi. Hangisi o? Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra: -Seninki ağaçta kaldı evlat, dedi. İstersen çık al. Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı. Kaldırım kenarına oturup baloncunun uzaklaşmasını bekledikten sonra, dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak: "Olsun", diye mırıldandı. "Olsun." Ağacın üzerinde kalsa da, bir balonum var ya artık..

20 Eylül 2010 Pazartesi

Kişilik

Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünümlü hoca kapıda beliriyor. Sınıfa bir bakış atıp kürsüye geçiyor.
Tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor.
"Bakın" diyor.
"Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey..."
Sonra (1)'in yanına bir (0) koyuyor:
"Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1)'i (10) yapar".
Bir (0) daha... "Bu, tecrübedir. (10) iken (100) olursunuz".
Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor:
Yetenek... disiplin... sevgi...
Eklenen her yeni (0)' ın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca...
Sonra eline silgiyi alıp en baştaki (1)'i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor. Ve Hoca yorumu patlatıyor:
"Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir".

Sınıf, mesajı alıp sessizliğe gömülür...

17 Eylül 2010 Cuma

Cırcır böceği

Genç bir çiftçi hayatında ilk defa New York’a gitmişti. Gökdelenlerin yüksekliği ve insanların çokluğundan şaşkına dönmüştü. Kalabalık bir bulvarda yürürken, kulağına aşina bir cırcır böceği sesi geldiğini zannetti. Durdu ve dikkatle dinledi. “Evet, bu bir cırcır böceğiydi.”
Ses büyük bir mağazanın önündeki çalıların arasından geliyor gibiydi. Bunun üzerine bu büyük çalı kümesine yönelip bakınmaya başladı. Bir mağaza görevlisi dışarı çıkıp “Yardımcı olabilir miyim?” diye sordu. “Hayır, teşekkür ederim” dedi genç adam. “Sadece şurada bir cırcır böceğinin sesini duyduğumu sandım.” “Hayır” dedi görevli, “New York’ta bulunmaz.” “Genç çiftçi cırcır böceğini buluncaya kadar cırlak sesi takip etti, onu buldu ve eline aldı. “Tamam işte burada” dedi.
Genç adam bu çalının önünden her saat binlerce insan geçmesine karşılık cırcır böceğini duyanın bir tek kendisi olmasına çok şaşırmıştı. Bunun üzerine küçük bir deneme yapmaya karar verdi. Elini cebine atıp bir çeyrek çıkardı ve havaya attı. Paranın kaldırıma vurduğu anda, düşen bozukluğu aramak için yürümekte olan 24 yaya durdu!
Psikologlar genç adamın şahit olduğu olay için bir kelime kullanırlar. Buna algıda seçicilik denir, ve belli şeyleri görmek ve belli sesleri duymak için kendimizi eğitiriz anlamına gelir. Charles Lever
Gökyüzüne bakıp kuşları algılayın, kırlara gidip çiçekleri algılayın, çocuklara bakıp saflıklarını, güzelliklerini algılayın, ağaçlara bakıp dallarını, yapraklarını algılayın. Hayvanlara bakıp doğallıklarını algılayın, insanlara bakıp güzelliklerini (mutlaka güzel tarafları vardır) algılayın.
Algıladığınız yalnız para sesi olmasın.

16 Eylül 2010 Perşembe

Çatlak Kova

Hindistan'da bir sucu, boynuna astığı uzun bir sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış. Sağlam olan kova her seferinde ırmaktan patronun evine ulasan uzun yolu dolu olarak tamamlarken, çatlak kova içine konan suyun sadece yarısını eve ulaştırabilirmiş. Bu durum iki yıl boyunca her gün böyle devam etmiş.Sucu her seferinde patronunun evine sadece 1,5 kova su götürebilirmiş. Sağlam kova başarısından gurur duyarken, zavallı çatlak kova görevinin sadece yarısını yerine getiriyor olmaktan dolayı utanç duyuyormuş. İki yılın sonunda bir gün çatlak kova ırmağın kıyısında sucuya seslenmiş. "Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum." "Neden?..." diye sormuş sucu. "Niye utanç duyuyorsun?..." Kova cevap vermiş. "çünkü iki yıldır çatlağımdan su sızdığı için taşıma görevimin sadece yarısını yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayı sen bu kadar çalışmana rağmen, emeklerinin tam karşılığını alamıyorsun." Sucu şöyle demiş. "Patronun evine dönerken yolun kenarındaki çiçekleri fark etmeni istiyorum." Gerçekten de tepeyi tırmanırken çatlak kova patikanın bir yanındaki yabani çiçekleri ısıtan güneşi görmüş. Fakat yolun sonunda yine suyunun yarısını kaybettiği için kendini kötü hissetmiş ve yine sucudan özür dilemiş. Sucu kovaya sormuş. "Yolun sadece senin tarafında çiçekler olduğunu ve diğer kovanın tarafında hiç çiçek olmadığını farkettin mi?... Bunun sebebi benim senin kusurunu bilmem ve ondan yararlanmamdır. Yolun senin tarafına çiçek tohumları ektim ve her gün biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. İki yıldır ben bu güzel çiçekleri toplayıp onlarla patronumun sofrasını süsleyebildim. Sen böyle olmasaydın, o evinde bu güzellikleri yaşayamayacaktı." Hepimizin kendimize has kusurları vardır. Hepimiz aslında çatlak kovalarız. Allah’ın büyük planında hiçbir şey ziyan edilmez. Kusurlarınızdan korkmayın. Onları sahiplenin.. Kusurlarınızda gerçek gücünüzü bulduğunuzu bilirseniz eğer siz de güzelliklere sebep olabilirsiniz.

Yaşlılık üzerine

Cicero'ya yasliliginda sorulan "Üstat, yeniden genclige dönmek ister miydiniz?" sorusuna verdiği yanıt anlamlıdır: “Yarışı birinci bitiren bir at, neden bir daha başlangıç çizgisine dönmek istesin ki…”
Belli bir yaşın altındayken hemen hepimiz yaşlılara bir acıma hissi ile yaklaşırız. Bu acıma hissine eşlik eden bir başka düşünce daha vardır; “Ben, iyi ki daha gencim” der ve bundan kendimize anlamsız bir övünme payı çıkarırız.
Elele tutuşmuş yürüyen yaşlı bir çifte bazılarımız acıyarak bakar. Bence bu çifte acıyarak değil büyük bir gıpta ile bakmak gerekir. Bu çift,“atletizm yarışmasını” başarıyla tamamlamış bir çifttir; hayatın türlü badirelerini atlatmış, belirli bir yaşa hem de birlikte ulaşmış, üstelik hâlâ elele yürüyecek kadar birbirlerine olan sevgilerini koruyabilmiş “başarılı” yarışmacılardır. Görüşüme göre, onlara ancak gıpta edilebilir, acımak ise son derece anlamsızdır.
Hepimiz adına dünya denilen bir stadyumdaki yarışmacılarız. Hiç birimiz buraya isteyerek gelmedik ve istemesek de hepimiz burada koşmaya mecburuz. Kimisi önce kimisi sonra, ama herkes vakti geldiğinde bu yarışı koşacaktır. Kimisi bu yarışı dereceyle bitirecek, kimisi dereceye giremese de yarışı tamamlayacak, kimisi de yarışı tamamlayamadan kulvarı terk edecektir. Kimsenin, ben daha yarışın başındayım diyerek, yarışı başarıyla tamamlamış olanlara acıyarak bakması kadar anlamsız bir şey olamaz. Üstelik, yarışı henüz koşmamış bir kişinin, dereceye girememiş (yâni hayatta yeterince başarılı olamamış) ve hâttâ yarışmayı bitirememiş (yâni belli bir yaşa ulaşamamış) kişilere bakarak, bundan kendine bir övünç payı çıkarması da anlamsızdır. Çünkü, yarışın/hayatın kime ne getireceği belli değildir.
Dolayısıyla, ne gencim diye övünmek, ne de yaşlandım diye dövünmek anlamlı değildir.
Yaşlılıktan söz ederken Schopenhauer’i anmadan olmaz. Bu büyük filozof, olağanüstü bir başarı kazanan “Parerga ve Paralipomena” adlı kitabının “Yaşam Çağlarının Farklılığı Üzerine” alt başlıklı bölümünde, yaşlılık döneminin harika bir analizini yapmıştır. Şimdi bu bölümden bâzı görüşleri aktarmak istiyorum.
Yaşamımızın sonuna doğru bir maskeli balonun sonlarında maskelerin artık çıkarıldığı ana benzer bir durum ortaya çıkar. Şimdi artık, yaşamımız boyunca ilişkimiz olan kişilerin gerçek yüzlerini görürüz...ama asıl tuhaf olanı, insanın kendi kendisini bile ancak yaşamının sonuna doğru tanıması ve anlamasıdır.Yaşamı nakış işlenmiş bir kumaşa benzetebiliriz: herkes, yaşamının ilk yarısında bu kumaşın ön yüzünü, ama ikinci yarısında ise arka yüzünü görür: arka yüzü o denli güzel değildir ama öğreticidir; çünkü ipliklerin bağlantılarını görmemize izin verir.
Prof. Dr. Oğuz İNEL

14 Eylül 2010 Salı

Ruh Kanseri

Nazan Arda gecen hafta 55 yasinda oldu. Gogus kanseriydi. Ameliyat icin gittigi Amerika'da bir gogsu alinmisti.Dondukten 11 yil sonra beyin kanamasi gecirdi.Beyninde de tumor vardi. Pes pese gecirdigi iki ameliyatin ardindan komaya girdi ve kurtarilamadi. Gazetedeki fotografinda, elinde bir ayicikla gulumsuyordu.

"Ayicik", kendisi 4 yasindayken vefat eden annesinin armaganiydi.

Nazan Arda, oyuncak ayisini 51 yil boyunca hic yanindan ayirmamisti.

Karacaahmet'e gomulurken ayicigini da yaninda topraga verdiler. Burada Nazan Arda'yi anmamin nedeni, 11 yil once Amerika'ya ameliyata giderken yazip esine biraktigi olum ilani...

Ecel, beklediginden gec gelmis, ama bosandigi esi vasiyete uyup kendi kaleminden vefat ilanini gazetelere vermis. Ilan soyle :

*"Su anda Tanri'ya teslim etmis oldugum ruhumu, omrumce tum sevdiklerim icin mukemmeliyetcilik adina cok hirpaladim. Kendimi sevecek ve ozgurluk taniyacak vaktim olmadi. Bilmem o cok ugras verdigim 'ozel biri' olabildim mi? Rahatsizlik vermekten her zaman cekindigim sizleri bugun (...) beni ugurlamaniz icin bekliyor, hepinizi cok seviyorum."*

Ilanin kosesinde kucucuk bir fotograf var: Nazan Arda, ugruna bir omur adadiklarindan, belki de ilk ve son kez bir "rahatsizlik" rica edip cenazesine cagiriyordu.

Torene kac kisi gitti bilmiyorum; ama ilani verenin, "bosandigi esi" olmasi, o cok ugras verdigi "ozel biri" olup olamadigi sorusunu yanitliyordu.

Baskalarini seveyim derken, kendini sevecek vakti bulamamisti. Son yolculugunda yaninda sadece vefakar ayicigi vardi. Arda'nin fizyolojik hastaligina oldugu kadar psIkolojik rahatsizligina da teshisi Jean Baudrillard koyuyor :

Fransiz felsefeciye gore, vucudumuzdan butun biyolojik dusmanlari, mikroplari, parazitleri atarsak, nasil savunma sistemi bozulan bedende hucreler birbirini kemirmeye baslar ve kanser tehlikesi dogarsa, ruhta da ayni sey oluyor :

*"Surekli pozitif olacagim" diye elestirel ogeleri benliginden uzak tutan, negatif duygulari dislayan her ruhsal yapi, kendi kendini yiyerek felakete surukleniyor.

Elestirel dusunce ise, krizi damitma yetenegi sayesinde bu felaketi onluyor.*

Benim yukaridaki ilandan ogrendigim su: Butun varolusunu "Beni begenecekler mi ?" "Beni seviyor mu ?" "Rahatsiz eder miyim ?" kaygisi uzerine kuruyorsan, bil ki sonun husran. Bir kucuk serzenis, siradan bir tenkit ya da kadirbilmezlik, acilar pahasina kurdugun o "mukemmel kale" yi yerle bir edebilir. Olum ilanini kaleme alacagina azat et kendini...

Seni, sen diye kabul edip sevecekleri sev. Elestir ki onun icin "ozel biri" olabilesin.

Kendini, kendine begendir herkesten once....

Kimseye begendirmek icin de kendinden vazgecme.

Aciyi goze al, cunku Dostoyevski' nin dedigi gibi ,

"Insanin ruhunu yucelten bir aci, ucuz bir mutluluktan evladir."

Can Dundar

13 Eylül 2010 Pazartesi

86400 saniye

Bankada bir hesap sahibi olduğunu düşün, hesabına her sabah 86.400 dolar para yatırılıyor, fakat bu paranın hepsini akşama kadar harcamak zorundasın, ertesi güne transfer edilemez. Paranı kullansan da kullanmasan da hesap her akşam sıfırlanıyor. Ne yaparsın? Tabii ki hepsini harcamaya çalışırsın; Hepimiz, Zaman adlı bu bankanın müşterileriyiz;
Her sabah 86.400 saniyeye sahip oluyoruz; yarına transfer edilemez, Her sabah hesabımız dolar, her akşam boşalır. Geri dönüş yok, saniyelerini şu anı yaşayarak harca, en iyisi bunlarla yatırım yap.
Mutluluk, sağlık ve başarı için. Zaman kaçıyor. Her gün için en iyisini yap.
Bir senenin değerini anlamak için sınıfta kalmış bir öğrenciye sor.
Bir ayın değerini anlamak için, 8 aylık bir bebek doğuran anneye sor.
Bir haftanın değerini anlamak için, haftalık dergi çıkaran bir çilekeşe,
Bir saatin değerini anlamak için, kavuşmayı bekleyen sevgililere sor.
Bir dakikanın değerini anlamak için, trenin kaçıran yolcuya sor.
Bir saniyenin değerini anlamak için, bir kazayı önleyemeyen sürücüye sor.
Bir saniyenin yüzde birinin değerini anlamak için olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan koşucuya sor.
Her anını değerlendir, her dakikanı çok özel biriyle paylaş. Zamanına ortak edebileceğin kadar özel biriyle.
Unutma! Zaman hiç kimse için durmaz. Geçmiş zaman tarihtir. Gelecek zaman sırlar, mechullerle dolu.
Sadece şu an sana verilen gerçek bir armağandır.


netten

12 Eylül 2010 Pazar

hamal kıssası...

Eski zamanlardı. Yolların olmadığı zamanlar... Demek ki fakirdi bizim gibi çoğunluk, bu nedenle taşınacak yüklere talip olacak hamallar bulmak zor olmuyordu...
Yanımdaki hamalla yola çıktık.
İhtiyardı. Kendinden büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise birkaç bavul vardı sadece, onunkinin çeyreği...
Diyordum ki içimden 'Çok gitmeden kıvrılırsa titreyen bacakları, yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!..' Nitekim çok geçmeden dedi ki:'Mola vakti. Gel biraz dinlenelim!. ..'Ne molası, dedim ona hayretle. Ben daha terlemedim!. .' Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü.Salarken yükünün ipini 'Sen de dinlen hadi' dedi. Benim canım sıkılmıştı bu işe.Genç olduğumu, ondan kuvvetli olduğumu, bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu düşünüyordum.O ihtiyar, bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce dinleniyorken, ben huzursuz bir şekilde ayakta dolanıyordum.Bir saat kadar sonra yine durdu, oturdu, dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım etrafında... 'Yükünü indirip sen de dinlen', demesine aldırmadım, ona daha çok kızdım...Sonra yine durdu. Bana da 'dinlenmemi' söyledi yine ama dinlenmedim. Yarım saat sonra 'dinlenelim mi' diye sordu, aksi aksi başımı salladım...Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum, birden bire dizlerimin bağı çözüldü. Kafamın içinde uçuşan kara kara sinekler sustu, çöküp kaldım. Kayış kolumdan çıktı, sırtımdaki bavullar kaydı.Ne kadar zaman geçtiğini fark etmedim. Uyumuştum da uyandım mı, yoksa bayılmıştım da ayıldım mı anlamadım... Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı, içtim. Sonra koluma girerek;'Hadi kalk, dedi. Bana yaslan.Ağır ağır gider ve bir süre sonra gene dinleniriz.' Dediğini yaptım. Omzundan güç aldım, ama asıl anlattıkları iyi geldi bana. 'Ben yılların hamalıyım, dedi. Nice pehlivan yapılı adamlar gördüm. Çoğu, dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda... Yolda gördüğümüz saçılmış kuru kemiklerin çoğu, anlattığım bu insanlara ait...Halbuki bir yükü 'taşımak' bizim işimiz, 'altında ezilmek' değil!.. Unutma ki bir yük , taşıdıkça ağırlaşır. Dinlenerek sen yükünü hafifletiyorsun! Belki günün birinde hamallığın şekli değişir. Belki o günleri ben göremem. Ama sen kavuşursan o zamanlara, aman ha, kafanın içinde de sakın yük taşıma... Akşamları bırak ve hafifle...Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü. Bizim işimiz, bugünü yarına taşımak, bugünün altında yok olmak değil.
Çünkü yarınlarda bizi bekleyenler var, taşıdıklarımızı bekleyenler. .

10 Eylül 2010 Cuma

POZİTİF ENERJİNİZİ KULLANMAYI ÖĞRENİN

Beyin öyle bir güçtür ki…Kafadan geçen her düşüncenin bir talep olduğuna inanıyorum...İyi şey ister güzel şeyler düşünürseniz cevabı aynen öyle gelir, ama hep korku ve kuşkuyla yaşarsanız aynen bunları da çağırırsınız.Trafik kazasından korkan insanlar hep kazaya uğrarlar. Eğer siz korkuyla yola çıkar ve hep bunu beyninizde kurgulayıp etrafa negatif enerji yayarsanız mutlaka şoföre kaza yaptırırsınız ama arabayı siz kullanıyorsanız ve böyle korkularınız varsa eğer, sakın araba kullanmayın...Çocuğuna aşırı korumalı ana ve babalarının çocuklarına hep bir şeyler olur yani biri bir taş atsa bile gelir sizin çocuğunuzun kafasını bulur o zaman siz şunu düşünürsünüz "onu kollayıp korumasam hep başına olumsuz şeyler geliyor.Neden acaba? Bu tıpkı (yumurtamı tavuktan çıkar, yoksa tavuk mu)'yu andırmıyor mu? Öyle mutsuz bir toplum olduk ki birbirimize günaydın diyemiyoruz, bir araya geldiğimizde hep olumsuz olaylar konuşuyoruz, biri bize nasılsın dese iyiyim demeye korkar olduk, işler nasıl deseler, derhal şikayet etmeye ve her şeyin kötü ve daha da kötüye gittiğini söylüyoruz, hastalıklarımızdan ve ölümlerden bahsediyoruz yani dostlarla da sohbetin güzelliği, keyfi kalmadı. Hep para olmadığından yakınıyoruz. Sanki bunu soran bizden para isteyecekmiş gibi. Aynen devam edin, neyi YOK diyorsanız, onu YOK etmeye devam edin, sürekli şikayet edip etrafa olumsuz ve zavallı görünerek her şeyin bereketini kaçırın, ayrıca da bu kadar mızırdanma sonunda dostlarınızı da kaçırdığınızı fark edeceksiniz.Sürekli param yok diyen insanlar paralarının bereketini öyle kaçırırlar ki, bir gün gelir bir de bakarlar gerçekten paraları bitmiş ama bu bitiş, ani çıkan hesapta olmayan mecburi harcamalar da olabilir, sağlığa harcanması gereken miktarlar da olabilir.Hep hastayım diyen insanlar mutlaka hasta olurlar beyin şartlanmaya görsün hangi hastalıktan korkup, çağırıyorsanız size onu getirir. Allah zaten verilen nimetlere şükretmesini bilmeyen kullarından bu nimetleri bir müddet sonra almaya başlar. Çevrenize bakın örneklerini çok göreceksiniz. Gelin bundan sonra nasılsın diyenlere çok iyiyim, çok şükür demekle işe başlayın.Öyle bir toplum olduk ki, karşımızdakini yargılamaktan sevmeye zaman bulamıyoruz.Oysa her yaşta sevgiye ihtiyacımız var. Sevgi sunulmazsa sevgi değildir. Neyi severseniz sevin ama içinizde yoğun sevgi duyguları olsun. Birisine sevginizi söylediğinizde hareketlerle bunu pekiştirdiğinizde ona öyle güzel bir enerji yollarsınız ki, onun mutluluğunun enerji şeklinde size geri dönüşünden aldığınız pozitifi başka hiçbir şeyde bulamazsınız.Yeni bebeği olmuş bir anne eğer sıkıntıları varsa veya olumsuz bir kişiliğe sahipse lütfen en olumlu olduğunda bebeğini kucağına alıp onu çıplak tenine değdirsin. Eğer bebeklerinizin huzurlu ve sağlıklı bir bebek olmasını istiyorsanız onu sakin kavgasız gürültüsüz ve pozitif bir ortamda büyütmeye çalışın. Kızgınken, sinirliyken kucağınıza almamaya çalışın ve ona sınırsız sevginizi gösterin. Öpün koklayın ve bilin ki bu günler çok çabuk geçecek ve bilin ki çok çabuk büyüyorlar.Bazı anne ve babalar çocuklarını çok sevdikleri halde bunu ifade edemez ve gösteremezler. Neden? Ne zaman göstereceksiniz? Allah'ın verdiği bu armağana sevgiyi en güzel şekilde göstermemiz bir şükür ve teşekkür değil mi?Beyin öyle bir güçtür ki, insan beyin gücünü kullanarak isterse kendini felç de edebilir, öldürebilir de, kanserini de yenebilir. Yeter ki beynini şartlandırabilsin. Beynimizde yaklaşık 13 milyar civarında sinir hücresi vardır. Her bir hücre yaklaşık 7.3 kilo voltluk enerji açığa çıkarır. Pratikte mümkün değil ama teorikte beyindeki tüm sinir hücrelerinin aynı anda enerjilerini saldığını varsayalım, yaklaşık 350 milyon kilo voltluk bir enerji açığa çıkar ki bu da büyük bir metropolün tüm elektrik ihtiyacını karşılayacak güce sahiptir. Size tıp kitaplarına girmiş bir olayı anlatmak istiyorum: Et taşımacılığı yapan soğutuculu bir tren, temizlenip bakımı yapılmak için bir istasyonda duruyor. İşçiler vagonları temizlemeye başlıyorlar. İşçinin biri bir vagonu temizlerken diğer işçi o vagonu boş sanıp kapısını dışarıdan kilitliyor. Biraz sonra tren hareket ediyor ve bir durak sonra et almak üzere bir istasyonda duruyor. Kapalı kalan işçinin vagon kapısı açıldığında işçinin donarak öldüğü görülüyor. Fakat bir bakıyorlar ki, vagonun ısısı normal ısıda yani dondurucuya geçirilmemiş. Ama kapalı kalan işçi bunu bilmediği, donarak öleceğini sandığı için beyin aynen donmanın şartlarını hazırlayarak, donmanın tüm belirtilerek göstererek vücudunu buna uyduruyor…Yani beyninizi olumlu şeylere kanalize edin. Bazı insanlar vardır, hep konuşurken “daha yaşasam, 1-2 sene daha yaşarım” diye konuşup, sık sık bunu tekrar ederler ve kendilerine adeta bir ölüm zamanı belirlerler. Ben bu laftan çok korkarım. Eğer bunu inanarak söylerlerse beyinlerini öyle bir şartlarlar ki, öyle bir kurgularlar ki gerçekten dedikleri zamanda ölürler. Bu yüzden kaç yaşında olursanız olun hep bir hedefiniz ve hayalleriniz olsun ki uzun yaşayabilesiniz.İnsan hayal ettiği müddetçe yaşarmış. Ne doğru bir laf değil mi?Dün bitti. Dünün tekrarı yok aynı rüyalar gibi. Yarın, hiç bilmiyoruz, iyi şeylerde olabilir, kötü de .Ama şu anımı biliyorum, ayağım kırık bu yazıyı yazıyorum ama eşim yanımda, çocuklarım sağ ve ben bu yüzden dünyanın en mutlu insanıyım ve yarınımı da bilmediğim için bu anımı en iyi, en keyifli ve en pozitif şekilde değerlendiririm. Bilmediğim bir geleceği düşünerek de bu anımı zehir edemem.Siz de böyle yapın ve hayatınızı birbirine karıştırmamak kaydıyla 3'e bölün. Dün, bugün, yarın diye... Biz ani stresleri çok severiz. Çünkü ani streste vücutta Adrenokortikotrop hormon (ACTH) artar ve hafıza, algılama, enerji süper olur. Yani bu hormon, strese karşı vücudun bir sigortasıdır. Ama siz bu stresi kısır döngüye çevirirseniz, yani sürekli beyninizde kurarsanız, hep bunu düşünürseniz, gelen olumlu şeylerin hepsi geri gider. Yani unutkanlıklar, enerji kayıpları, isteksizlikler, migren, mide-bağırsak şikayetleri, uykusuzluklar, beyin tümörleri, tansiyon iniş-çıkışları, vücudun muhtelif yerlerinde uyuşmalar, mutsuzluk, hatta depresyon, kalple ilgili şikayetler ve kansere zemin hazırlamış olursunuz. Bunları kendinize niye reva göreceksiniz ki?Akıllı, kontröllü ve olumlu olmak yeterli. Eğer büyük bir strese girdiyseniz kendinize hobiler bulun, yani kafanızı dağıtın. Başka işlere kanalize olun ki stres yaratan faktörün etkisi azalsın veya sevdiğiniz, sizi mutlu eden şeylerle uğraşın.Bunları da yapamıyorsanız dua edin. Duaların insanlarda yarattıkları mistik etki onların pozitiflenmesini sağlar. Ben evde sokakta bile hep iyilik diler ve hayır için dua ederim... Saygılarımla, Prof. Yıldız BATIRBAYGİL